Güneş tepeyi vurduğunda yollarımızın da ayrıldığını hissetmiştim. Aynı arabanın içinde dörtlüleri yakmış bir halde ilerlerken, o ormanın derinlerini ararken ben karlı tepeleri hayal etmiştim.

"Dur."

Midem bulanmıştı, kafamda kurduğum acılara gebe kalmıştım haftalar önce. Kapıyı açtığım gibi yolun kenarına çıkarttım içimde acıdığım ne varsa. Nasıl olduğumu bile sormadan kapıları kilitleyip sürmeye devam etti. "Biliyor musun hala barışacağımızı umarak arıyorum onu."

Yüzümü yüzüne dönemedim, sessizce akıp giden bozuk asfaltın çizgilerini izlemeye başladım. Midem dönmeye devam ediyordu o sırada, kendimi tuttum yine. "Barışmayı umuyorsan, önce benimle konuşmayı bırakman gerekiyor bence." dedim buna katlanamazdım artık. Korku dolu bir kahkaha patlattı "Hemen de yanlış anladın, seni kırmak istememiştim." Yol boyunca susmak istedim, tek bir kelime daha çıkamazdı, kenetledim dudaklarımı ve sadece onu dinledim.

Bir daha sevmemek için yemin etmiştim ve yeminimi onunla bozamazdım. Bozmaya kalksam bile kovuğuna oturacak dilimler çoktan boğazıma düğümlenmişti. Kalan son dakikalarımızı bir şarkı ile taçlandırmak istediğini anlamıştım. Konuşmasına bir dakika bile ara vermemişti.

Dün gece yastığa başımı koyduğumda hayalini kurduğum anların hiç birini anlatamazdım ona. Gerçi hayatımda olup biten hiç bir şeyi anlatamazdım, en azından benim için doğru olmazdı. Bir eli direksiyona yön verirken diğer eli elimin üzerinde aşık olduğu kadını anlatmayı sürdürdü. Nasıl anlatabilirdim ki? Dizlerimin titremesine engel olmaya çalışıyordum, gözlerimi gözlerine asla değirmedim. Daha fazla kirlenemezdi hayallerim.

Sonunu bilmeden ilerlettiği sözcüklerinin arasına bir es verdim parmaklarımla.

"Ben hamileyim..."
-Asma suratını ışıkları kapattım işte.
-Senden bunu hiç istememiştim ki.
-Karanlıkta umutsuzluğunu bir kenara astığını biliyorum.
-Sadece biraz kısmalısın, bu gece askıya alınan şey mutsuzluğum olmayacak.

Son sözleri kulaklarım da çınlar gibi gecenin karanlığında. Ay yine yükseldi, etraf sessiz...

Sol omzunda zihnime kazınan hilal dövmesi vardı. Nasıl unuturdum ki? Çığ gibi yükselen sessizlik gömdü içime tüm ateşi. İki insan bir senaryo vardı bilinen. Ben oynadım, replikler gözümün önünde dans ederken. Sen doğaçlama yaptın her zaman olduğu gibi. Duygularımızı da böyle uydurmuş muydun? Böyle mi yönlendirmiştin beni? Susarak.

-Bu karanlık ruhuma iyi geldi, teşekkür ederim.
-Bilmediğim bir şey söyle bana. Nasıl gideceğini mesela.
-İstemiyorsan gitmem bu gece.
-İstemiyorum.

İşte son kez elleri kaydı elimden. Sırtını döndü bir duvar gibi bana. Köşedeki rafta duran kitabı aldım o uyuduktan sonra, usulca kalktım yanından. Bir mum yaktım alacakaranlığın doldurduğu odaya. Elime bir kalem aldım her sayfanın sonuna bir not bıraktım, ne hissetirdiyse bana. Gün ağarmaya başlarken, gözlerim kararmadan önce kitabı çantasının içine iliştirdim. Kaçar gibi gideceğini bile bile yeniden yattım yanına, ensesine sinen vanilya kokusunu çektim içime. Rüyamda yeniden ellerini tutmak umuduyla, benden uzak duran bedenine sığındım.

-Hoşçakal eksik kalan ruhum. Seni unutmak zor ancak başaracağım, sen de pes etme ne olursun.

Gözlerimi bile kırpmadan dinledim sadece. Kapının ağır sesi gelene kadar kalkmadım, kalkamadım. Son öğüdüne kulak vererek pes etmedim.

Yıllardır senden başkası için yalvarmadım. Yokluğun için değil ancak var ettiğim kendi sevgim için asla pes etmedim.

Başta bu yazıyı yazmam için bana ilham olan sohbet için MelonikanınDünyası'a da çok teşekkür etmek isterim. Reçel'e kucak dolusu sevgiler :)

Bu ay Şefikasyonla 3. yılımızı dolduruyoruz. İyi ki hayatımdasın haylaz balkabağı. Geçen sene de 2. Yeni Şefika yazımı paylaşmıştım. İçimi huzur dolduran minik kızımı sizlerle yeniden tanıştırmak istedim. 3 sene önce bu zamanlarda, yardımsever bir veteriner sayesinde tanıştım onunla. Aslında çok ileri derecede kedi fobisi olan biriydim. Bir gece yaralı olan patisini emerken uyumaya çalıştığını görünce anaç duygularımın kabarmasından olacak ki kucağıma alabildim. O günden sonra bir daha bırakamadım.

En kötü anımda yanımda sen vardın dediğimiz kişiler vardır ya hani, işte benim içinde Şefika o KİŞİLERDEN biri. Ağladığınızı gördüğü zaman bir Allah'ın kulu bile umursamazken, yanınıza gelip küçük patileri ile sizi okşamaya başlayan nadir canlılardan biridir kedi. İnsan olmanın özü her canlıyı sevmekten geçer ya bunu gerçek kılmalıyız. Sözde değil pratikte uygulamalıyız hatta.

Maalesef hepsine yetecek ne güç ne de yuva bulabiliyoruz. En azından bir kap su ve mama ile de sokağımızdaki tatlışları mutlu edebiliriz. Ki sadece kediler değil diğer canlılarda bundan mutlu olacaklardır.


Ayrıca poz vermeyi de çok severler yeter ki siz telefonun flaşını açmayın. Bu arada küçük bir öneri veriyorum. Tüylerinin daha sağlıklı olmasını ve dökülmesini önlemek istiyorsanız sirkeyi biraz suyla seyreltip fısfıs yardımıyla sıkarak biraz tarayabilirsiniz. Bu sayede daha parlak ve sağlık tüyleri olacağını deneyimlemiş biri olarak söyleyebilirim. 


Sarılmayı da en çok onlar severler. Ne zaman hasta olduğunuzu hissetseler, kucağınıza atlayıp o güzel hırıltılarını iyileştirici güçler olarak frekanslarca yayarlar.


Tabi ki de uykuyu sizden öğrenecek değiller. Günün yaklaşık 16 saatini uykuya ayırabiliyorlar. Şefikacım biraz daha hareketli bir kedi olduğu için saati 12ye düşürebiliriz ama yine de olmak istediğim yerde. 

Bana kötü geçen 2 seneden kalan en güzel armağandır kendisi. Oturup saatlerce derdimi dinlemiştir sanki bir insanla konuşurmuşum gibi. Ten teması olmadan geceleri asla uyuyamaz mesela. Her sabah sırtımda bir nefes sesi kulaklarımın arkasında iki pati ile uyanırım. 

Peki bu hüzün nereden gelir deepinside? Şefikay'ı sevmeme neden olandan gelir ancak iyi ki o gitmiş ve iyi ki Şefika benimle kalmış. 

İYİ Kİ DOĞDUN ŞEFİK USTA!





Merhaba arkadaşlar, sanırım ilk mim çalışmam olacak. Umarım layıkıyla üstesinden gelebilirim. Son bir kaç aydır çok güzel dostluklar kurdum burada, bana özellikle beğeni ve yorumlarıyla destek olan herkese teşekkür etmek istiyorum.

Sevgili  Fatma Nur beni bu güzel olayda mimlediği için ona da ayrıca teşekkür ediyorum. Hazırsak başlayalım :)


  • BLOG ALEMİNE NASIL GİRDİN?
Blog ile ilk tanışmam aslında 12 yaşında oldu, üzerinden 10 sene geçmiş. Çocukluk arkadaşımın önerisi üzerine, "Parazitcity" adı altında bir blog kurmuştum, . O zamanlar hiç bilmediğim duyguları anlatmaya çalıştığım bir kitap çalışmam vardı. Kendimi geliştirebileceğimi düşünmüştüm. Ne yazık ki çok uzun sürmedi. Daha sonra 2015 yılında bendeniz Deepinside olarak geri döndüm. Büyük bir ayrılık ve hüsran döneminin filizleri yeşerirken, zihnimi rahatlatmak adına yazmaya başladım. Bir kaç dergide yazı yayını işleriyle uğraşırken şimdi gelebildiğim noktaya kadar geldim. Sonuna kadar da ilerleyeceğim umudu ile devam etmekteyim. 

  • HANGİ BLOG SANA İLHAM OLDU?
Buraya kadar ilerlememe en çok destek olan blog Ruhsuz Atmaca oldu diyebilirim. Beni sürekli yüreklendirmeye çalışan sevgili arkadaşım ile aynı üniversitede olduğumuzu da kısa zaman içerisinde instagram üzerindeki "Marmaralı Bloggerlar Nerede?" başlığı ile öğrenmiştim. Ardından tabi ki ilerlemeye devam etmek adına en büyük ilhamı Deeptone'dan aldım. Kimse beni takip etmezken bile her yazımı özenle okuyarak moral oldu. Buradan ikisine de kucak dolusu sevgiler dilerim :))

  • BLOGA YAZDIĞIN İLK YAZI İLE SON YAZI ARASINDA FARK VAR MI?
Sevgiyi ve aşkı doruklarda tattığım ilk senelerde yazmıştım ilk yazımı. Konu bakımından maalesef tek kalmış olan ilk yazımdır. Ancak her geçen gün kendimi daha da geliştirmek için sürekli uğraşmaya devam ettim. Kaybettiğim kitap okuma alışkanlığımı blog yazarak yeniden kazanmaya başladım. Dilerseniz buraya kolaylık olsun diye iliştiriyorum bir de siz değerlendirin İlk Blog Yazım. Sanırım değişmeyen tek şey üzerinde durduğum hüzün ve ayrılık konusu oldu. 

  • YAKIN ÇEVRENDEKİ İNSANLAR BLOGUNU BİLİYOR MU?
Başta en büyük destekçim olan annem ve ailemin geri kalan üyelerinin çoğu buralarda bir şeyler karalamaya çalıştığımı biliyor. Hatta aramızda kalsın sevgili dostlar ama yazılarımı zamanında ismen olmasa da konusal olarak kendisine adadığım ve blog yazmama neden olan insan bile blog yazdığımı biliyor. İyi oldu sana Deepinside :))


  • BLOG YAZMAK YAŞANTINA NE KATTI? YA DA NE ÇIKARTTI?
Hayatıma negatif bir etkisi olduğunu asla düşünmüyorum. Hatta yazamadığım zamanlarda kendimi kötü hissetmeye başladım. Bir çok yeni kalem tanımama fırsat verdi. Yalnız olmadığımı kesinlikle kanıtladı bana. Büyük dergilerin bile başlangıçlarının blog olduğunu gösterdi. En kötü anımda bile içimi rahatlatmama yardımcı olan beyaz sayfalarını "Yeni Kayıt" tuşu ile önüme döktü. Daha ne denilebilir ki... :)

  • ŞUAN BU MİM YAYINI İLE BİRLİKTE BLOGUNDA KAÇ YAZI VAR VE KAÇ SAYFA GÖRÜNTÜLENMEN VAR?
Toplam 180 ancak bu mim ile birlikte yayınlanan 156 tane yazım bulunuyor. Yazılarımın çokluğu görüntülenmem ile doğru orantılı olmadı maalesef. Şu ana kadar 20.302 sayfa görüntülenmesine sahibim. Hepinize çok teşekkür ediyorum.

  • HANGİ BLOGUN MUHASEBESİNİ ÖĞRENMEK İSTİYORSUN?
İlk sorulu mimim olduğu için başta çok heyecan duyduğumu söylemek isterim. Beni kırmazlarsa;

Mimlemek istiyorum. Hepinize musmutlu hafta sonları dilerim. İyi eğlenceler :))


 Bir bar taburesinde yine sıradan bir gün sonlanıyor. Ertesi günün ışıklarına geri sayım başlıyor. "Kapatıyoruz, kardeşim" diyor omzundaki elin sahibi. Siz kapatıyorsunuz da zihninin derinlerindeki sızı bir türlü kapanmıyor. Ceketine uzanıyor eli, yalpalayarak ilerlemeye başlıyor. Süpürgenin pas geçtiği parkeleri hıncını alırcasına tekmeliyor. "Tamam, tamam çıkıyorum. Gece görüşürüz!"

Kargaların toplandığı sokağın başına varıyor. "Zaten sizin garip sesiniz olmasa, günün hangi saatinde olduğumun farkına varamayacağım." diyerek ilerlemeye devam ediyor. Sabahın ürperten soğukluğuna ceket kaldırıyor. "Kim kaybetmiş ki ben bulayım." Eskimiş basamakların olduğu evin önüne geliyor. Geçmişten kalan izler kazınmış gibi duvarlarına yazılanlar. Kim boyayacaktı bu evi, kim uğraşacaktı ki? "Dilber olsa, bin mavra dökerdi şimdi. İyi olmuş." Cebindeki anahtarları çıkarıyor, açamayacağını bile bile yuvaya sokuyor metalin soğuk dilini. "Harun'a giderim, iyi olmuş az bile sana" diye arkasını dönüyor eve.

Cumartesi sabahı aydınlanmaya başlıyor iyiden iyiye. "Ulan bu saatte açar mı kapıyı?" En iyi yalnız kalmaktan geçer bu sabahlarda diye düşünürken yürümeye devam ediyor. Daha fazla dayanamayacağını hissettiği o anda dizleri hissizleşerek çöküyor olduğu yere. "Ne zaman doğru bir adamdım ki bu yolda başım dik ilerliyorum. Dur hele çök olduğun yere."

Kalıncana, deri kaplı bir defter çıkarıyor yakasının cebinden. Sayfaları birbirine yapışmış, diliyle elini ıslatıyor ayırmak için. "Bu son veda" yazıyor başında. Yorgunluktan mı yoksa sarhoşluktan mı bilinmez ama gözleri ağırlaşmaya başlıyor. "Sen ne yaptın Kenan?" Bir yokluğa atılıp gidiyor bütün hayatlar. Kömürün isinden olmasa bile kararan bir düşün içine atılıyor. "İnsana değer vermek aşktan geçmez be azizim." diyor. Aşık olmayı çoktan geçmişe atan gölgeler beliriyor önünde. Dayanamayıp cüzdanını çıkarıyor, en sıkı cebine atıyor elini. Bir tutam saç. "Ah Dilber..."

Biz mi kaybetmeye mahkumduk severken, yoksa engeller bizi buraya mı getirmişti? Uzun bir aradan sonra yeniden bir tene tutulmuşken ruhlar aynı duyguları paylaşamadığından mı anlatmıştık geçmişi? Nedir derdimiz ah bir bilsek şu zaman. Biz değil ama insanlar çok değişti. Ne arkadaşlarımız ne ailemiz, aynı değildi artık. Unuturken, yalnızlığa fazlasıyla tutunmuş kalmıştık.

"Bizden bir bok olmaz Dilber, ne sen ne ben aynı yolu paylaşmıyoruz. Hiç bir zaman da paylaşmadık. Sen anlattıkça aşkını, ben dinledim. Ben anlattıkça sen. Olanak bile vermedik, çünkü hiç bir oluru yoktu. Tenin tenime, kadehin kadehime çarptı sadece. İşte bu son vedaydı. Ne güzel akşamlarımız, ne de güneşin ısıttığı yeryüzüne değen yüreklerimiz. Bu son veda."
Doğmak, büyümek, alışmak, öğrenmek ve sevmek... 
"Her koku, her ses yeni duygular uyandırır ruhunda. Geçmişi anar bazen hatırlar kütüphanesinde. Duymak işitmek değil, hissederek anlamaktı ve yazılar yazdırırdı bizim gibi olanlara. Ortak duyguları hissetmek mesela; sevmek, vazgeçmek belki büyümek. İşte bu ruh ile yazmak "Mart Gibi" dinlerken çıkardı. Fırından taptaze sıcaklıkta yeni grup tavsiyem. Biricik dostlarıma da bu yolda başarılar ve siz yeni dinleyicilere de iyi yolculuklar diliyorum."   
 Seçimlerimiz midir doğru olan? Yoksa zaten doğrular seçilmiş midir?

Kim ister ki bildiği sonu yazmak, tekrar tekrar ve tekrar...
Hayat bir romansa, zaten karakterleri belli değil mi? Sadece bizi seçimlere iten tecrübelerimizdir.

Acılar, özlemler ve sevinçler zamana bırakıyor kendini. Sanki ruhtan ve fiziksellikten çok uzaklarmış gibi. Gün bir anda doğmayı bırakıyor, saatler gecelerde takılı kalıyor. Çünkü ezilmiş olan bizler yaşamı askıya alıyoruz.

Beynin tüm kıvrımları, kendini duygulara teslim ediyor. Şimdi neredeyiz?

Akrep yelkovanı kovalarken, zaman gökyüzümün derinlerinde akıp gidiyor. Umutları bir kenara itiyor karanlık. Kendi kendine konuşuyor zihinler, "1 sn önceki ben, 1 saat sonra ki benden ayrılıyor" 

Özgürleşmek için teker teker "Veda" ediyor düşlerimiz. Aslında yeniden doğuyor bedenimiz.
 "Ragıp Bey, bugün nasıl hissediyorsunuz?"

Etrafına bakındı önce, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir hastane odasından çok otel odası gibiydi. Günün ilk ışıklarının süzüldüğü pencerenin önünde bir kaç saksı ve içlerinde adını bile hatırlayamadığı çiçekler selamlıyordu kendisini.

"Siz de kimsiniz?" dedi Ragıp Bey elini başına götürerek. Dün gece olanları anımsamaya çalıştı. "Ben neden evimde değilim. Muzaffer neredesin?" Garip bir sarhoşluk hali vardı üzerinde. Kafasını bir yere çarpmış olacaktı ki başında yoğun bir ağrı hissediyordu. "Dün gece ilaçlarınızı almamışsınız, Feridun Bey biraz sonra yanınıza gelecek."

Feridun ismi hiç tanıdık gelmemişti. Yataktan yavaşça kalktı, ayakları yere değer değmez zihninde şimşekler çakmaya başladı. "Ah başım" diyerek inledi. Sakin olmaya çalışarak olayları anlamlandırmak istedi. Boş gözlerle karşısında konuşup duran kadına baktı. "Bana neler olduğunu anlatacak biri yok mu burada?"

"Ragıp Bey tedavinin işe yaradığını düşünüyorduk. Eğer sakin olursanız doktor bey geldiğinde size en doğru şekilde yardımcı olacaktır."

Daha da paniklemişti Ragıp Bey, hızlı adımlarla kadının üzerine doğru ilerledi. Elinde küçük bir çağrı cihazı tuttuğunu fark etti. Heyecanı yerini öfkeye bırakmaya başlamıştı. Ellerini hırsla sıkmaya başladı, başındaki ağrı giderek artıyordu. "Benim gitmem lazım, bir şey oldu."
Beyaz önlüklü kadın arkasını döndü masada duran ilaçları Ragıp Bey'e uzattı. "Size söz veriyorum bu ilaçları içtiğiniz zaman başınızın ağrısı geçecek." dedi. "Oya, ona bir şey oldu ve benim gitmem gerekiyor. Geç kaldım. Bugün günlerden ne? İş yerime telefon açmalıyım"

"Oya Hanım daha gelmedi ve şimdi sakin olursanız oturup her şeyi konuşabiliriz. Sadece bu ilaçları içmeniz gerekiyor. Lütfen!"

Başının ağrısı tüm bedeninin sınırlarını zorlamaya başlamıştı. Başka çaresi olmadığını anladığı anda korku ile kadının uzattığı ilaçları dikti kafasına. Kalktığı yatağına geri oturdu. Sakinleşmesi gerektiğini kendine hatırlatmaya başladı. Başını kollarının arasına alarak bir kaç dakika sessizlik içinde bekledi. Zihninden tonlarca yük dağılıyor gibiydi. Gözlerini kapattı, kendini daha da derinlere inerek düşünmeye zorladı. Anılar daha da bulanıklaşmıştı. Telefonun delirtici çınlaması, başının ağrısının önüne geçti. Gözlerini yeniden açtı ve kollarını iki yana indirmeye çalışırken bileğindeki etikete benzer şeye takılı kaldı. Üzerinde ismi yazıyordu.

Önüne geçilemez bir öfke patladı ve tüm bedenine yayılmaya başladı. Tüm bedeni kasılmaya başlamıştı, kendini yatağa doğru attı. Kadın, Ragıp Bey'in kollarından tutup onu sabitlemeye çalışırken diğer yandan çağrı cihazından bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Bir kaç dakika içinde Ragıp Bey büyük bir boşluğun içine itildi. Odada kadının dışında iki beyaz önlüklü adam duruyordu. Kolunda ince bir sızı hissetti. Gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı. İçini derin bir huzur kaplamıştı, tam da o anda içeri başka bir kadın girdi.

"Oya, sen buradasın ama na..." "Nasıl?" dediği anda tüm oda bir anda karanlığa teslim oldu.

Hayatımın daha çok başlarıydı. Okuma yazmayı öğreneli 4 sene olmuştu ve oyunların içinde zihnimin tereyağı gibi eriyip gittiği yıllardaydım. Çocukken bir şekilde şanslıydık ya da şanslıymış gibi lanse edilirdik ailemiz tarafından. Hobilerin neler bobiler neler bilmediğimiz senelerdi. Üstlerimiz yönlendirir, bizler de savrulup giderdik rüzgarlarında. Her sene okula önemli spor kulüplerinden seçmece insanlar gelir, boyu uzun olan kim varsa "Spora adamalısın kendini çocuğum" diye zorla kolundan tutup götürürlerdi. Sanki spor boy ile orantılı ilerliyormuş gibi bir algı oluştururlardı. Bu yüzden bir çok arkadaşım, çocukluğun da getirisi ile, belki de nefret ederdi benden. Okul hayatımın 5. senesi ve bu senenin bitimi yeni ufuklara açacaktı ruhumu. En azından ben öyle düşünüyordum. Ortaokula geçecektim kocaman birey olma yolunda kocaman bir adım. Oyun oynamayı her zaman sevmiştim, okuma yazma bilmediğim zamanlarda bile babamla oturup "bu ne, ne dedi, ııı neye basıcam şimdi." diye diye oyun oynardım.

Aileler her zaman kızardı biz çocuklara "Bu kadar oyun oynayacağına kitap oku, ders çalış biraz." Bir saniye sakin olur musunuz? Beyin yıkayan çoğu oyunun yanı sıra hayal gücümüzü derin enginliklere dağlayan eserlerde vardı. Ben de oyunların ve okuduğum kitapların yarattığı ütopik hayallerle dünyaya sığamamaya başladım hayatımın 11. senesinde.

Her zaman ki gibi Matematik dersinin bitmesini beklerken, ne dilesem ne dilesem kurtarıcı bir melek girdi sınıfa "Merhaba arkadaşlar, dersinizi bölüyorum ancak küçük bir duyurum var." Sanki dünyalar benim olmuştu. "Bu sene tiyatro kulübümüz siz miniklerle bir oyun sahnelemek istiyor. 5. sınıflardan bir kadro oluşturacağım. Başvurmak isteyenler teneffüste lütfen yanıma gelsin."
Tiyatro işte bu! Kurduğum hayalleri, evde kendi kendime sahnelerken bir şeyler yolunda gidiyordu ve beni bulmuştu. Normalde asla cesaret edemeyeceğim bir düşünceydi bu. Ben ve sahne ne alakaydı ki? Zil çaldı derin bir nefes aldım ve koşa koşa ismimi yazdırmaya gittim. Zaten devlet okuluydu ve tiyatro çok fazla ilgi görmüyordu. Heyecanla okulun bitmesini bekledim tüm gün, akşam eve gidip aileme olanı biteni anlatacaktım. He bir de o zamanlar yönetmen olacağıma inanıyordum, oyunculuğu denesem ne olurdu. Olurdu tabi.

Her şey tamamdı, kadroya alınmıştım dersler başlamıştı. Öğlenciydim o dönemde. Sabah erkenden okula gelip tiyatro derslerine katılmaya başlamıştım. "La, la, la, brrr, brr" garip garip sesler. Hızlı hızlı durmadan tekerleme okumalar. Sahne duruşu, cesaretlendirmeler tam gaz devam ediyordu. Dönemi neredeyse ortalamıştık ve karakter seçimi sırası gelmişti. Önümüzde duran senaryo teker teker herkese okutuluyor, oynatılıyor ve en uygun insana en uygun karakter veriliyordu. Sıra bana geldiğinde "Anlatıcı" rolünü aldığımı öğrendim. Tüm dünyam bir anda yıkılmıştı. Filmlerde olur ya etraf bir anda kararır ve kötü olan ne varsa üstüne çöker. Zihnimde aynen bu sahneyi yaşamıştım. Kimseye belli etmeden her ders çıkışı tuvalette ağladım. Ben belli etmediğimi zannederken beni izleyen tiyatro öğretmenimin farkında değildim. Herkesten daha çok çabaladığımı biliyordum ve "Anlatıcı" olmak yerine "Asi Prensesi" oynamak için yanıp tutuşuyordum. Gözümde ana rol sadece oydu.

Derse erken geldiğim günlerden birinde "Anlatıcı" repliklerime odaklanmışken. "Tatlım, çok mutsuzsun neden?" diye bir ses çınladı omzumun ardından. "Ben.. şey açık söylemek gerekirse baş rolü istiyordum." dedim. Gözlerim dolmaya başlamıştı bile engel olamıyordum. Kısa bir kıkırdama "Sen neden bahsediyorsun?"
"Prenses baş rol ben ise basit bir anlatıcıyım"
"Güzel varsaydığımız yanılgılar vardır anlatıcı. Bu hikaye senin başından geçiyor ve senin hayal dünyanı anlatıyor. Prenses gibi bir yan karakteri nasıl baş role koyarsın." dedi. Başta anlamakta zorlandım nasıl olabilirdi ben, ben baş rol müydüm? İşte o zamanlarda anladım, estetik yargının insanlar üzerindeki yanlış etkisini. Silik olanın aslında göz önünde zorla durmaya çalışanlar olduğunu.


Ütopik hayallerimin gerçeğe dönüştüğü haftalara girmiştim. Artık daha heyecanlıydım, elimden gelenin en iyisini yapmak için çabaladım. Başta demiştim ya çocukken şanslıydık ya da bize öyle anlatılırdı. Ben bu mutluluğu sonuna kadar götürmek isterken. Komik bir şekilde "Tiyatro öğretmeniniz işten alındı. Oyun iptal oldu çocuklar çok üzgünüm" sözleri ikinci kez deprem etkisi yarattı. Daha sonradan öğrendik ki lisanssız çalışmaktan dolayı bir takım cezalandırmalara maruz kalmış.

Merhaba gerçek dünya "Ne yönetmen, ne de tiyatrocu olamayacaksın" çığlıkları gecelerimi süsledi. Bir kapının kapanması, doğru kapının açılmasına neden oluyordur belki de diyerek yazı yazmaya karar verdim ve ilk saçma tıngırtılarımı o dönemde karaladım.


Dünya'nın kanayan yarası "Sanat Anlayışı" üzerine düşünmek ve düşündürmek.

Öncelikle sanatın kısa tanımını alalım ele;
"Bir duygu, tasarı, güzellik vb.nin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık"
 Binlerce ağızdan binlerce kelime dökülebilir sanat adına. "Dışa vurum, içten gelen, modernlik, hayat biçimi" ve bunun gibi daha nice sözler. Peki bizler ün şöhret ve sanatı neden bu kadar birbirine karıştırır olduk? Tartışmaya çokça açık konusu olan bu düşünce, aynı zamanda popülaritenin kurbanlarından biri olmaya da devam etmekte. Babamın bir sözü var beni her zaman doğruya yönlendiren; "Her gün müzik dinliyorsun, Mezzo'yu mu tercih ediyorsun yoksa MTV'yi mi?"

Maalesef ki çoğu zaman tabi ki MTV ve türevi mahkumiyetlere teslim oluyorum. Verdiği haz ölçüldüğünde Mezzo'nun eşi benzeri gösterilemez ancak konuşulan konular dahilinde kim bizi anlayabilir ki?

"Peki Mezzo gibi mi olmak isterdin MTV mi?"

Sanat anlayışı ne zaman maddi dünya üzerine kurulmaya başladıysa, o anda sanat olmaktan çıkmaya mahkum oluyor. Kendi benliğinden vazgeçmeden yazan, çizen, müzik yapan nice sanatçılar ne biliniyor ne de ortam malzemesi olup halka mal ediliyor. Çünkü çoğu kendine has tarzları ile küçük ancak kaliteli kitlelerine hitap ediyor. Hayatını sanatın tek bir alanına yöneltmiş eleştirmenler, yazarlar vb kişileri takip etmek yerine, televizyonda bir şeyler bildiğini iddia eden kimseler, youtube'da izlenmesinden dolayı saçmalayan binler hayatımıza yön vermeye devam ediyor. İnsanlar hayal etmekten kaçıyor, başkalarının kurduğu hayalleri yargılıyor ya da yüceltiyor. Ancak hiç biri gerçek bir yorumda bulunmuyor ne yazık.


Ben de bu popülarite hukuku ile ilk olarak 11 12 yaşlarında tanışıyorum. Yazı yazmaya başladığım ilk yıllar. Sevginin aşkın veya bir insanın elini bile tutmanın ne olduğu bilmediğim senelerde aşık olduğumu düşündüğüm çocuk adına yazdığım 225 sayfalık kitap. Herkes tarafından yargılanıyor ve yazma eyleminden düşürülmeye çalışıyorum. "Senin daha yaşın kaç evladım, gördüğün yaşadığın nedir ki bunları kaleme almayı hak görüyorsun?" deniyor. Peki bu insanları böyle yargılayacak sözleri söylemeye onları iten ne oluyor? Sevgili öğretmenlerim sayesinde yüreklendirildiğim bir döneme giriyorum orta okul ikinci sınıftayım. Bir yarışma düzenleniyor. "Herkes kağıt kalem çıkarsın, masumiyet adı altında bir şeyler karalayın. Okulumuz adına biz de bir şeyler yapalım"

Ne yaşadım ki ne yazayım diyorum minik kalbime hatırlamadığım dönemlere kayıyor aklım. "Yeni doğmuş bir bebeğin gözleri oluyor masumiyet" benim için. Başlıyorum 40 dakikalık sürede bir şeyler karalamaya. Ertesi gün Türkçe öğretmenim geliyor ve dersten alıyor beni. "Böyle yazdığını bilmiyorduk, senin yazın seçildi. Düzeltip yarışmaya göndereceğiz." Diyorlar. Orta okul hayatımda bunun gibi bir kaç tane daha yarışmaya yönlendiriliyorum. Kazandın diyorlar, elimde karşımda hiç bir belge yok. Her şey kendilerine mal oluyor ve saklanıyor. Bendeniz unutuluyor mezun oluyor ve kendi yoluma bakmaya itiliyorum yeniden. Hayattan bir çok şeyden vazgeçmeyi kendime kural ediniyorum. "Nasılsa olmayacak neden uğraşayım ki?"

Nasıl oluyorsa yazı yazmaktan asla vazgeçemiyorum. Hikaye türetmekten hayal gücümü çektiğim zamanlarda bile aldığım kitapların sayfalarına alternatif sonlar karalıyorum sadece. Popüler değilim, param yok, kendime bakmak gibi bir huyum da yok ki pazarlama dünyasına gireyim. "Dilin çok ağır insanlar seni sevmez, sevmeyecek" diyorlar. "Bu konu dolambaçlı anlatılmaz yavrum, doğrudan okura vereceksin ki anlasın."

"Ne anlamı kaldı ki?" Diyorum kendi kendime. Beni ya da bizleri anlamalarını beklemiyorum zaten. Herkes kendinden bir şeyler çıkarsın istiyorum. Ben de bu duyguyu yaşadım ancak şurası şurası farklı denmesini istiyorum sadece. Sonra popüler dergilere yazmak için başvuruda bulunuyorum. Üstü kapalı ama güzel bir dille her defasında reddediliyorum. Çünkü hedefim her zaman insan odaklı oluyor ne popülerleşme ne de para hepsinden kaçıyorum. Ben kaçtıkça insanlar da vazgeçiyor, gereksiz kılıyor yaptıklarımı. Sistemin atadığı bir mesleği elime alabilmek için çabalıyorum 4 senedir, o da gidebildiği kadar gidiyor. Ben sanatçıyım kimse beni anlamıyor" edaları ile de haykırmıyorum. Ancak olmak istediğim kişi sanatta ilerlemek istiyor. Kimisi gelip "Ben yazılarına inanıyorum, sana kitap çıkartalım" diyor, bir gün içinde havaya karışıyor ve unutuluyor. Kimse bize yardım etmek istemiyor eğer ki bir kazancı yoksa. Yardım edenler de sizi gerçekten anlayanlar oluyor ve bir yerde tıkanmaya mahkum kalıyorsunuz. Kült sanatçılar bile öldükten sonra ismen değerleniyor ve popüler kültürün kölesi olmaya devam ediyor. Mesela "Paulo Coelho ile Marquez'in dilini tartışıyoruz. Paulo ağır basıyor bende" Karşımdaki insan "Bence de!" diyor. "Hangi kitaplarını seversin yoksa karakterinden midir sevgin?" diyorum. "Yani.. Iıh bence" diyor tıkanıyor her şey.

Hikayelerde Türk dizisi gibi bir sürü entrika, karmaşa ve delilik aranıyor. "Siz Dostoyevski hiç okumadınız mı?" diyorum. Salonda geçen bir sahne 100 sayfa aynı samimiyette ilerliyor. "Biliyoruz yahu sen de!" diyorlar. Ancak hiç biri o sahneyi yorumlamak için çabalamıyor. Sade dili olsun anlaşılır olsun diyorlar. En kısa ve sade akıcılığı ilen kalemine sağlık dediğimiz Sait Faik hakkında tek bir fikir bile oluşturamıyorlar.

Çok uzattın be kardeşim, tamam haklısınız kısacası "Kendinizden mi vazgeçmelisiniz eserlerinizde, yoksa kendiniz olmaya devam mı etmelisiniz? Sanat hem halk hem de kendi benliği içindir. Küçük bir kitlen olsa bile o mütevazılığı yaşamaktır. Tek bir yorumdur sizi mutlu eden ve belki yönlendiren. 5-10 kişi bile olsa yüreğine dokunabilmek. Milyonları kim ne yapsın? Canım ülkemde ilerlemesi en zor olan dal edebiyattır. Bu yüzden siz siz olmaktan vazgeçmeyin ki verdiği mutluluk daha yoğun olsun.
“İtiraf edelim ki dünkü halkımız henüz sanata karşı hazırlıklı olmadığı için çok büyük müşkülata maruz kalıyordu.”  
-Asaf Halet Çelebi.



İnsanı sevmekten geçer başta yaşamak, uzaklaştıkça yaklaşırsın ve yazmaktan asla vazgeçmezsin. Bu yüzden yüreğim, iyi insanlarla dolup taşar benim. Bu insanlardan biri de sen oldun Deep. Binlerce güzel insan topladık, güneşin doğuşuna zaman zaman batışına şahit olduk yazılarımızda. Hepimizin, birer gülüş ve düş ile süsledin sayfalarını. Bu yüzdendir ki teşekkür etmek isteyişim, sade ve derin yüreğine. Blog dünyasının en samimi yazarı, beni cesaretlendirdiğin her gün için minnettarım sevgili dostum. Tüm ruhumu bir bardağa döküp içtim bu kısa zamanda. Elimde hiç bir şey yokken aslında çok fazla şey olabileceğini gösterdin. Kısa zamanda büyük yol aldım sayende. Yeni ve güzel insanlarla bütünleştim. Bu güzel başlangıç, hep birlikte sonuna kadar devam eder umarım.

Aynı zamanda bu güzel teşekkürü yazmam için beni de aralarına alan (https://girift0.blogspot.com.tr/) çok teşekkür ederim.


"Zaten sağlam değildi karakteri" demişti bilgin geçen günlerden birinde. Ben de hatırlamıyorum ki ne zamandı? Güneş doğmuş muydu yoksa batıyor muydu? Bilemiyordum. Daha fazla kurcalamadım, derine inmeye çalışmadım. Herkes gibi ben de hata yapmıştım, 40. hatanın 85. dönemeçindeydim. Saymayı bırakmadım her zaman saydım, 1 oldu 2 oldu derken 40 olmuş yaşımın iki katı perçinlenmiş. Bekliyorum işte, yol döner de bir gün benim kapıma açılır mı diye.

"Miskin Bey yazsın artık, dayanamıyorum" kahve çok koyu olmuştu, kilo almıştım. İsyanım bu basit şeylere olamazdı ya. Kilo alınıp verilirdi, kahve kimyacı aklına sahip olmadan da seyreltilirdi. Zaten ne zaman aklıma takılsa bir şeyler, asla olay hakkında konuşmazdım. Yine aynı şey oldu. Kahveyi masaya bırakıp yatağa geri döndüm. "Uyuyacağıma eminim"

Akşam üstü olmuştu "İşe geç kaldım!" bir dakika bugün günlerden Perşembe iş yoktu ki. "Uyumaya devam etmelisin Marul! Gün bitmeyecek."

Amerika'da güneşli bir güne uyandım. Herkes Türkçe konuşmaya başlamış anlam veremiyorum. Neden? Ellerime bakıyorum önce, birinci tekil şahsın ağzından anlatıyorum. Yukarıdan bakmıyorum rüya mı değil mi anlayamıyorum. "İyi de ben neden Amerika'dayım?" 
Salaş bir mekan uzunca kahve tonlarında koltuk ve ben oturuyorum. Elimde hiç bilmediğim bir dergi kahvem geliyor, önümdeki 100 yıllık ağaçtan kesilmiş sehpanın üzerine koyuyor, genç çocuk. Başımla teşekkür ediyorum. Türkçe mi konuşsam İngilizce mi anlaşsam en iyisi mimikler diyerek kafamı derginin sayfaları arasına sokuyorum. Oturduğum yerde birden zıplıyorum. "Miskin?" 
Yanıma sokulmuş elinde telefonu bir şeyler anlatıyor. "Beni görüyor musun? Kocaman koltukta kucağıma oturmadığın kaldı." diyerek ittirmeye çalışıyorum. Tek bir hücresi bile kıpırdanmıyor, ne ses ne soluk telefonundan başını asla kaldırmıyor. Bir kaç dakika sonra telefonunu cebine koyuyor, önümde duran kahveden bir yudum alıyor. Sakallarına değen kahve damlalarını sehpanın köşesinde duran mendil ile siliyor. "Marul, sus konuşma artık burada bir işe yaramaz." kollarını açıp saçlarımın arasından sarıyor bedenimi.  

Gecenin 3'ü olmuş neredeyse sabaha çalacak renkler. Yeniden kalkıyorum, bu sefer perdeleri çekilmiş olan odamdayım."Neyse rüyaymış." Yanıp sönen telefona uzanıyor elim. Tek bir mesaj var Miskin'den.
"Yarın sabah 9'da uçağım var Amerika'ya gidiyorum. Ne zaman döneceğim bilmiyorum. Hoşça kal!"
Rüyadan uyanıp uyanmadığımı anlayamıyorum. Yataktan kalkıp salonun ışığını açıyorum. Masanın üzerinde soğumuş kahvem bana bakıyor. Önüme düşen saçlarımı topluyorum. "Bugün unutacağım seni!" Günlerdir prova ediyordum zaten, kötü olan ne varsa bir bir kuruyordum kafamda. Sonra kendi kendime "Zaten adı Miskin, bilge ne demişti? Karakteri zayıftı."

"Gitsin o zaman. En iyisi  bu olacak, ben ondan gidemeyecektim."

Soğumuş kahvemden bir yudum alıyorum, geri kalanı lavaboya süzülürken.

"Hoşça kal Miskin, hikayemiz yeni başlıyor!"
"Neden rüyamda kalmadın ki?
...



Bir Nisan günüydü yalnızlığa alışması gerektiğini anladığı saatler. Evinin olduğu sokağa girmeden önce, her cuma yaptığı gibi şarap alabilmek için bir alt caddeye inmişti.

Yazdan kalma bir gecede, yanı başında hayallerini en ince ayrıntısına kadar anlatan kadının;

"Hayatta bizi ayıran tek şey, sen rakının keyfine varırken ve parmakların notaları aşk ile sarmayı ezberlemişken, benim ise şarap olmadan resimlerimi tamamlayamayacak olmam ne acı" sözleri çınlıyordu zihninde.

Tarihi belirsiz iki uçak bileti duruyordu cebinde. Nereden bilebilirdi renklerin soluksuz kalacağı tablolar arasında geri dönüşleri bekleyebileceği.

Tam da o gün, yıllar önce o gün gitmişti hayatından Oya. Şimdi neden çiçeklerin süslediği, sokağın başında Ragıp Bey’i bekliyordu. Ne değişmişti? Ya da gitmesi için neler sıradanlığa kapılmış sürükleniyordu. Yanına kadar sakince yürüdü.

“Merhaba Ragıp” dedi Oya hiçbir ifade yoktu kelimelerinde.

Ragıp Bey sessizliğini koruyarak nazikçe kafasını salladı. Oysa gözlerinde binlerce soru işareti, sormaya cesaret edemediği belirsizlikler içinde oyalanıp duruyordu. Oya tam konuşmaya başlayacakken, kolundaki saate baktı Ragıp Bey.

“İşe geç kalıyorum, kusura bakma ne olur.”  dedi elini uzatarak.

 “Hoşça kal Oya.”

Yıllardır hasretle beklediği kadına arkasını dönmüştü. Gözlerindeki ifadesizlik Ragıp Bey’in içindeki tüm soruları silivermişti bir anda. Bu bir son değildi ama başlangıçta olmayacaktı. Terk edilmiş bir yolda ilerlerken yolunun kesişmesini istediği tek kelimeydi “Hoşça kal.”

Elinde çantası ile kalakalmıştı Oya sokağın başında, bir kere bile dönüp bakmamıştı Ragıp Bey arkasına.

Son karşılaşmalarından aylar sonra bir gece vakti piyanosunun başında Muzaffer ile otururken, köşe başında yanan mumlar rüzgâr ile sönüvermişti. İçini tarifi imkânsız bir hüzün kaplamıştı. Telefonu çaldı salonun en uç noktasından, kalkmaya gücü yoktu. Susmak bilmemişti, gecenin bir yarısıydı ve içini kaplayan hüzün yerini korkuya bırakmaya başlamıştı. Muzaffer’i iki yanından tutarak yere koyup içeri gitti.

“Alo!”

“Ragıp, onu kaybettik. Ben çok üzgünüm.” Dedi karşıdaki ses.

Tüm hayatı boyunca hissedebileceği acılar omuzlarına yük olmuştu. Göğsündeki sancı, kalbini yerden yere vuruyordu sanki. Hiçbir şey demeden kapattı telefonu. Belki de yaptığı büyük bir haksızlıktı kendini asla affedemeyeceği bir haksızlık. Sorgulamaktan kaçındığı bu terk ediliş, daha büyük bir yıkımla geri dönmüştü hayatına.

Düşünceler arasında boğulmaya devam ederken, başını kaldırdı. Duvarda asılı olan tabloya dikti gözlerini, masada duran yarım kadehi aldı eline.

“Senin kadar ben de geç kaldım, şimdi neredesin?” dedi ve gözlerinden süzülen yaşlar ruhuna karıştı o anda.

“Kaybettiğim aslında aşkın değildi, sende bulduğum kimliğimdi. Vazgeçtiklerim, hayatım ve sen yine yoksun.”

“Şimdi neredesin?” dedi gözleri yavaş yavaş kapanırken elindeki kadehi yere bıraktı. 


“Geç kaldık Muzaffer, yine geç kaldık ve bu sefer kabul ediyorum bu kimsenin hatası değil.”

Merhaba arkadaşlar, Berlin Berlin ve Deeptone'un başlattığı öykü miminde kısa zamanda büyük bir ilerleme kaydettik. Bu öykü miminde blog dostlarımla beraber fırından taze sımsıcak bir hikaye oluşturuyoruz. Bakalım hikayemiz nasıl devam edecek hep birlikte görelim. Yazdığım bölüm en sonda ve benden sonra devam etmesi için (beydaninkitapligi.blogspot.com.tr.) mimliyorum. Ayrıca emeği geçen herkese ve beni de dahil eden Berlin Berlin ve Deeptone'a da teşekkkür ediyorum.

"Saçları terden yüzüne yapışmış, gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş, koşmaktan dizlerinde derman kalmamış bir şekilde sokağın büyük caddeye açılan köşesinden ana yola fırladı. Zifiri karanlıkta bir arabaya rast gelme umuduyla koşmaya devam etti. Yolun karşı tarafınuda beliren ışığa biraz daha yaklaştığında, birinin kendine doğru geldiğini ve fısıldayarak "Öykü" diye çağırdığını duydu."

"Öykü, Öykü, Öykü!" Fısıldamaların şiddeti arttı: 'Öykü, kızım, hadi uyan, uyansana, hadi kızım, sabah oldu, okuluna geç kalacaksın, uyan!!!' Bir sıçramayla uyandı: "Ah anne, sen miydin beni çağıran, ne işin vardı ışığın altında?' 'Ne ışığı yavrum, kabus mu görüyordun sen, sana kaç defa dedim, uykudan önce gerilimli filmler izleme diye, hadi kalk artık, bir duş al, portakal suyunu iç ve dersine yetiş."

"Neyse ki rüyaymış dedi Öykü. Derin bir nefes aldı. Sonra kalkıp lavaboya gitti. Yüzüne çırptığı suyla kendine geldi. Annesi içeriden; 'İki lokma bir şeyler ye!' diye sesleniyordu. 'Geç kaldım anne!' diyerek, odasına gidip aceleyle giyindi. Annesine bir öpücük gönderip masanın üzerinde duran bir bardak sütü içtikten sonra kendini dışarı attı. Hızlı adımlarla ışıklara geldi.Tam caddeden karşıya geçmeye hazırlanırken acı bir fren sesi duydu. Bir an, geceki rüyanın etkisiyle arabanın kendisine çarptığını zannedip gözlerini kapattı. Sonra kendine gelip gözlerini açtığında yerde yatan bir kedi yavrusu gördü. Hemen kediyi kucağına aldı. Neyse ki birkaç ufak çizikten başka görünür bir yarası yoktu kediciğin. İlk dersi kaçırmıştı zaten. Eve dönüp annemden mi yardım istesem yoksa veterinere mi götürsem diye ikilemde kaldı Öykü."
  • Öykü Bölümü:  İncirli Kurabiye

"Ama kısa sürede toparladı kafasını. Düşünmesine gerek yoktu ki, ne yapacağını o çok iyi biliyordu. Yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı. İçinde kelebekler uçuşmaya ve kalbi hızlıca atmaya başladı. Çünkü aklına gelen fikir onu heyecanlandırmıştı. Eve dönüp annesinden yardım almayacaktı elbette, kediyi veterinere götürecekti. Her gün okuluna giderken yolunu uzatıp kliniğinin önünden geçtiği, 'acaba karşılaşır mıyım?' düşüncesi ile kapısının önünde oyalandığı, aşık olduğu veterinere götürecekti kediyi. O veterineri de ilk, arkadaşının kedisini götürdüklerinde görmüştü... Zaten o anda da aşık olmuştu. Ondan sonra sürekli oraya gitmek için bahaneler buluyordu. Hatta veteriner onu geçen hafta kapısının önünden geçerken görünce içeri kahve içmeye çağırmıştı. Öykü o günden sonra daha çok görmek istiyordu veterineri. Hakkında bütün bilgiye sahipti.. Öykü daha üniversite 4. sınıftaydı, veteriner ile aralarında 3 yaş vardı..."
  • Öykü Bölümü:  Feri Peri"

Ayakları ondan evvel davranıp harekete geçmişlerdi bile. Hızlı adımlarla yürüyor, ılık sabah rüzgarını kızarmaktan kendilerini alamayan yanaklarında hissediyordu. Başını gözyüzüne doğru kaldırdı. Mavinin envaiçeşit rengine bürünmüş, güneşin anaç ışıklarından şahsına pay çıkarmaya çalışıyordu gök kubbe. 'Ne güzel bir Nisan sabahı..." dedi Öykü mutluluğun iksiri aşık olma hali ile sarhoş olurken. Küçük kedicik o sırada iyice kucağına yayılmış, karamel kahvesi tüylerini yalamakla meşguldü.Bir sokak geçti, sonra bir sokak daha. Veteriner kliniği ile arasında sadece yirmi metre kalmıştı ki hemen yanı başındaki bir dükkanın camekanının önünde durdu. Camın yansımasında kendisini yeterince beğenene kadar üstüne başına bir çeki düzen verme gayretine girişti. Ensesinde topladığı koyu kumral saçlarını saldı. Saçlar omuzlarına düştü; perçemleri de küçük ve sevimli alnına. İşte şimdi hazırdı..."
  • Öykü Bölümü:  Bir Yıldızın Hikayesi

Heyecan içinde özel kliniğin merdivenlerinden çıkarken kalp atışlarının ritmini frenlemek istercesine elini göğsüne bastırdı ve her adımı ile yüreğinin derinliklerinde giderek daha da çoğaldıklarını hissettiği pır pır uçuşan sevgi kelebeklerine hemen oradan uzaklaşmalarını söyledi. Olabildiğince normal görünmeye gayret etse de kucağında taşıdığı yaralı minik kedi kadar ürkek ve narindi. Bekleme salonunda girdiğinde daha önce hiç karşılaşmadığı sarı saçlı, ela gözlü, beyaz önlüğün içinde bile oldukça alımlı görünen bir genç kız karşıladı onu. 'Bu kız da nereden çıktı şimdi?' dedi içinden. Öfkesini yatıştırmaya çalışarak 'Tunç Bey müsait mi?' diye sordu ve ekledi 'Minik kedinin durumu biraz acil de'. 'Tunç Bey şimdi bir operasyonda. 15 dakikaya kadar çıkar. O müsait oluncaya kadar ilk müdahaleyi ben yapayım dilerseniz. Ben onun yeni asistanıyım, adım Seray' deyip onay beklemeden çekip aldı kediciği Öykü’nün kucağından. Onu muayene odasına doğru götürürken geride bıraktığı parfümün rüzgarından hiç hoşlanmamıştı Öykü. Asistanın mekanik kollarında muayeneye giden kedicik ise çaresizce teslim oldu kaderine. Müjde annenin biricik kuzusu ve mahalledeki en yakın kankası Bücürük’le bugünkü pinpon maçını iptal edecekti mecburen."
  • Öykü Bölümü:  Sibella

"Öyle görünüyordu ki beklemekten başka bir şansı yoktu. Boş bulduğu bir sandalyeye yöneldiği sırada telefonundan gelen sesle aniden irkildi. Arayan Müjde’den başkası değildi. Ne diyecekti şimdi ona? Düşünmek yerine telefonu açmaya karar verdi. Telefondaki sesle ikinci defa irkildi. 'Öykü! Neredesin sen Allah aşkına? Okula da gitmemişsin bugün. Akşamki maçı unuttuğunu söyleme sakın bana!' Derin bir nefes aldı ve 'Müjde...' dedi; 'Söz veriyorum en ince ayrıntısına kadar anlatacağım ama şimdi değil. Maçı da ertelememiz gerekiyor. Kızma olur mu?' diyerek kapattı telefonu. Neyse ki Müjde fazla kurcalamamıştı konuyu.Telefonu çantasına koyarken , merdivenlerden inen Tunç’u gördü. Heyecanlanmayacağına dair kendi kendini telkin ederken Tunç da onu çoktan görmüştü. 'Öykü...' dedi; 'Senin burada ne işin var?' 'Şey...' diyebildi… 'Kedi.. araba çarptı da aklıma sen geldin.' 'Çok iyi yapmışsın, nerede şimdi? Seray ilk müdahaleyi yapmıştır, gel bir beraber bakalım nesi varmış senin kedinin.' Seray adını duymaktan hoşlanmadığını fark etti ama muayene odasına Tunç'la girecek olmak ona adeta zafer kazandırmıştı. Küçük bir müdahale sonrası kedicik de kendine gelmişti. Artık gitme vaktiydi. Oysaki gitmek hiç içinden gelmiyordu. Vedalaşırken dile getirmeye çekinir gibi tutuk bir tavırla 'Şey...' dedi yine. 'Öğle tatili vakti geldi galiba, aç mıydın?' Tunç biraz düşünür gibi oldu; 'Aslında çok aç değilim ama şu köşe başında yeni bir pastahane açıldı, tatlılarının güzel olduğunu söylüyorlar. Ne dersin tatlı yiyelim mi?'"
  • Öykü Bölümü:  Mutlu Yazar

"Öykü Tunç'un teklifini duyunca sevinçten çığlık atmamak için zor tuttu kendini. Sevincini belli etmemeye çalışarak tamam benim için uygun diyerek cevap verdi. Bir taraftan da Tunç'u süzüyordu. Tunç uzun boylu, geniş omuzlu, kumral, yeşil gözlü kendinden emin tavırlı, sakin bir gençti. Öykü'ye gülümseyerek 'Hadi çıkalım.' dedi. Tunç Öykü'nün ilgisini fark etmişti. Bu ilgi hoşuna da gitmişti fakat belli etmedi. O da Öykü'yü beğeniyordu. Neden olmasın diye mırıldandı. Aslında tanımak da istiyordu onu. Gördüğü diğer kızlardan farklıydı. Doğal, saf bir görüntüsü vardı. Üniversite hayatında  hiç ciddi ilişkisi olmamış, kimseye güvenememişti. Pastanede oturup biraz sohbet ettiler. Havadan sudan konuştular. Daha sonra Tunç Öykü'nün okulunu sordu. Bu sene bitireceğini öğrenince çok sevindi. Tunç'un ses tonu o kadar yumuşak ve etkileyiciydi ki hiç susmasın konuşsun istiyordu Öykü. İkisi de çok keyif almıştı bu sohbetten. Öykü Müjde'yi düşündü bir an, Tunç'u tanısa nasıl şanslı olduğunu söylerdi Öykü'ye herhalde. Az sonra Tunç ayağa kalktı; 'Artık gitmem gerekiyor iş beklemez' dedi. Öykü'ye dönüp '...yarın tekrar buluşalım istersen...'  diye gülümsedi. Öykü bu gelişmeden çok mutlu olmuştu. Hiç bu kadarını beklemiyordu. Yeni bir aşk mı başlıyordu acaba? 'Tamam, yarın görüşürüz!' diyebildi. Tekrar buluşmak üzere vedalaşıp ayrıldılar..."
  • Öykü Bölümü:  Berlin Berlin

Öykü'nün içi içine sığmıyordu. Yarın tekrar buluşacaklardı. Bu ne demekti? Acaba Tunç'un hisleri de Öykü'nünki ile aynı mı idi? Bu teklif acaba bir ilişkinin başlangıcı mı idi? Yoksa sadece arkadaşça, basit bir buluşma teklifi mi idi? Seray Tunç'un sadece asistanı mı idi? Yoksa aralarında bir bağ var mı idi? Bunun gibi yüzlerce düşünceyle, heyecan içinde yarının gelmesini bekliyordu. Müjde'yi arasamı idi? Ama geç olmuştu. Bir yandan da bu gece heyecandan uyuyamayacağını düşünüyor ve yarın gözünün altında bir sürü mor halka ile Tunç'un karşısına geçmek istemiyordu. Yatağına uzandı ve bir sürü düşünceyle, sonunda uykuya daldı.
  • Öykü Bölümü: Sessiz kaldım

Öykü derin bir uykuya dalar ve kafasında binlerce düşünceyle uyur...Ve güzel bir sabaha uyanır lavaboya gider elini yüzünü yıkar kendine gelir öyle ki neşeli  neşeli  içinden bir  şarkı mırıldanıyordu  ..yalnız benim için bak yeşil yeşil diye mırıldanıyordu :) öykü eski  şarkıları dinlemeyi severdi zaman zaman ...Annesi seslendi  hayırdır öykü bu sabah ne mutluluk ne neşe böyle bu sefer güzel rüyalar gördün galiba yüzün de adeta güller açıyor malum geçen sefer kötü bir kabus görmüştün...
Öykü,  derin bir nefes alır yüzün de o tatlı gülümsemesiyle annesine döner hiç bir şeyim yok der annesine sadece bir kaç sınavımdan iyi not aldım biraz rahatladım ondan anneciğim :)der
iyi peki öyle olsun bakalım dedi annesi   hadi o zaman kahvaltıya ...Güzel bir kahvaltıdan sonra öykü heyecanla Tunç'la buluşacağı saatleri iple çekiyordu  üstünü giyen öykü artık hazırdı annesini öptü görüşürüz anneciğim diyerek evden çıktı dışarıda bir kaç işini hallettikten sonra Tunç'la buluşacağı zaman gelmişti zaten dünden beri çok heyecanlıydı  ve heyecanı iki katına çıkmıştı kalbi pır pır ediyordu adeta ...Ve  Tunç'un özel   kliniğine doğru yürümeye başladı  ve gelmişti artık içeri girdi karşısın da Tunç'u göreceğini beklerken asistanı Seray çıktı zaten ona karşı içini kemiren sorular vardı neyse ki çabuk toparlandı merhaba Seray dedi Seray da merhaba öykü hoş geldin dedi  ..hoş buldum  der öykü ...Ve tam Tunç'u soracakken  Tunç odasından  çıkar  Tunç öykü gördüğü an içinde kelebekler uçmaya başlamıştı Tunç'un hemen merhaba hoş geldin Öykü ..Öykü: merhaba hoş buldum der onun  da içi cıvıl cıvıldı Öykünün  ...Tunç hadi çıkalım mı  der öyküye ...Öykü Tabi hazırım çıkabiliriz .. Ve     ikisi de çıkar   yan yana yürümeye başladılar Öykünün halen kafasında binlerce sorulara rağmen Tunç'un  yanın da olduğu için çok mutluydu...Tunç o naif sakin ses   tonuyla Öykü'ye bakar nereye gitmek istersin diye sorar ...Öykü  bir an düşünür  güzel bir deniz havasımı alsak  Vapurda çay simit çok güzel gider   martılar der Öykü ..Tunç Tabi neden olmasın çok güzel olur hadi o zaman gidelim der Öykü'ye  Ve vapura doğru yol almaya başlarlar ..  Ve yolda konuşmaya başlarlar…
  •  Öykü Bölümü: Okuma Günlüğüm


Tunç’la baş başa olmak, sohbet etmek bir hayal kadar güzeldir Öykü için. Ne konuştuklarının hiçbir önemi yoktur zaten. Havadan sudan konuşurlar, Tunç’un yanında zaman su gibi akmaktadır, neredeyse yarım saatlik yol onlara birkaç dakika gibi gelmiştir ve birden kendilerini iskelede bulurlar.
 Ada vapurunun kalkmak üzeredir. “Hadi,” der Tunç, hâlbuki yol uzundur, kim bilir kaçta dönebileceklerdir, Öykü annesinin onu merak edebileceğini de geçirir aklından ama kalbi öyle hızlı atmaktadır ki hiç bir şey düşünmeden Tunç’un peşinden gider. Kendini inanılmaz hafif ve mutlu hissetmektedir. Vapurda hemen üstteki açık güverteye geçerler, yola çıkar çıkmaz vapurun etrafını saran martılara geçerken aldıkları simitleri atarlar, sonra çay içerler, sohbet ederler ve yine zaman uçup gitmiştir bile. Tunç da Öykü’nün yanında ne kadar rahat ve keyifli olduğunu şaşkınlıkla fark eder. En başta onun güzelliğinden etkilenmiştir ama onu tanıdıkça çok daha özel bir şeyler olduğunu anlamıştır. Zaten Ada’ya gitme fikri de aslında bilinçaltıyla verdiği bir karardır…
 Vapurdan indiklerinde Öykü’nün ne yapacaklarını merak etmesine fırsat vermeden “seni biriyle tanıştıracağım,” der Tunç ve kolundan tutup birbirinden güzel evlerin, köşklerin sıralandığı bol ağaçlı bol kedili sokaklardan birine sürükler. Öykü Tunç’un bu heyecanına biraz şaşırsa da mutluluk içinde onu takip eder…
  •  Öykü Bölümü:  Berlin Berlin


 Böyle güzel, hoşsohbet ilerlerlerken, Öykü'nün telefonu çalar ve annesi ona acilen eve gelmesini söyler. Tunç'un onu nereye götüreceğini çok merak etmesine rağmen, aklı annesinde kalır. 'Acaba önemli bir şey mi oldu' diye düşünür ve Tunç'a acil işinin çıktığını, bu yüzden eve gitmesi gerektiğini söyler ve oradan ayrılarak eve doğru yol alır... Yolda, acaba rüyada mıyım, bunların hepsi birer düş mü? Diye tatlı bir düşünceyle ilerler. Etrafına mutlulukla bakınarak, ne güzel bir bahar günü, ne güzel çiçekler, her şey ne güzel diye düşünür.


Bahar bu sefer başka bir bahardı. Çiçeklerin renk cümbüşü, güneşin teni okşayışı ve rüzgârın esintisiyle düşlerin gerçek olma ihtimali var gibiydi.
Öykü, esrik duygularla yolda yürüyordu.
Yine aynı acı fren sesini duydu. Kalbi yerinden çıkmış gibi çarpıyordu. Arkasına dönüp baktığında sabah kediye çarpan arabayı gördü.Arabaya odaklandı. Spor araba ile cip arasında yeni modellerden biriydi. Parlak mavi tonuyla, araba hemen fark ediliyordu. Kapı açıldı.Saçlarını arkaya toplamış, deri ceketli kirli sakallı ve gözlüklü erkek indi. Gözlükleri olsa da bakışları Öykü'ye kitlenmişti. Bunu o kadar mesafeden hissedebiliyordu. 
O anın etkisiyle mi bilinmez; gök grileşti. Soğuk bir rüzgâr başladı... Yanından geçen iki kadın aralarında o adamdan konuşuyordu. Kısa saçlı olan kadın: "Mahalleye yeni geldi. Geçen alt komşu onu merdivenden inerken görmüş. Belinde silah varmış. Her gece, farklı kişilerle eve geliyormuş."Diğeri yetiştirdi: "Genç kızlarla da görülmüş. Konuştuğunda insan ürperiyor. İçinde canavar var, sanki. Şerrinden koru, Yarabbim! Nereden geldiyse, oraya geri dönse!"Kadınlar uzaklaşırken adamsa ona doğru yürüyordu. Öykü, kendini gördüğü kâbusların içinde hissetti. Kaçmak istiyor, ama olduğu yere mıhlanmıştı...İçindeki ses; ona düşünmeden orayı terk etmesini söylüyordu. Öykü sakinleşmeye çalışarak yola baktı. En azından bu sefer kimse zarar görmemişti.

Ve adam gelmişti bile Öykü'nün yanına "iyi misiniz" dedi. Öykü konuşamıyordu sonra kendine geldi iyiyim dedi adam Öykü'ye öyle bakmıştı ki daha çok korkmaya başlamıştı ve uzaklaştı oradan hızlı adımlarla öykü. Hemen eve gitti annesine olanları anlattı annesi geçti kızım korkma dedi (annesi bir anda neden panikledi) diye düşündü bir an öykü ama annesine çok güvendiği için sormadı. Onun yanında kendini huzurlu hissediyordu ve odasına çıkıp yatağına yattığın da düşündü ben neden o adamı gördüğüm de bir şeyler hissettim annem neden bu kadar panik yaptı acaba diyerek uykuya daldı. Uyandığın da evin her yerine baktı ve annesi evde yoktu bir şeyler yedi ve oturdu o arada annesi dışarıda dolaşırken bir anda o adamı gördü.  Selçuk dedi, Selçuk şaşırmıştı Öykü’nün annesi başladı konuşmaya yıllar sonra beni bırakıp gittin şimdi neden döndün biliyor musun sen beni bıraktığın da ben hamileydim kızımıza ve sana bunu anlatamadım çünkü beni bırakıp gittin defalarca aradım seni ama dönmedin sen beni hiç sevmemiştin zaten. Selçuk umursamadı ama bir yandan içinde bir his oluştu nedenini bilmediği Öykü’nün hiç bir şeyden haberi yoktu öykü evde oturuyordu ve canı sıkılmıştı hazırlanıp dışarı çıktı etrafına bakınırken annesiyle Selçuk'u konuşurken gördü.  ( ne konuşuyordu bunlar ) diye düşündü ve yavaşça onları dinlemeye karar verdi. Öykü’nün annesi sen umursamıyorsun ama bizim bir kızımız var adı öykü dedi. Öykü duyduğun da şok olmuştu.
Baba diyerek bağırdı! 
Annesi ve Selçuk arkasına döndü öykü dedi...

Yıllardır adına bir sürü hikaye dinlediği adam şimdi karşısında duruyor olamazdı. Kalbi ile hüzünlü anıların arasında geçişler yaşamaya başlamıştı bile. Annesinin sözlerinin öfkeli yumruklarla çarptığı kişi gerçekten babası mıydı? Buna inanmasını kimse bekleyemezdi ondan. Ailede herkesin dilinde ölmüş olarak dolanan biri nasıl olur da evlerinin önünde dikilebilirdi. "Öykü bunu açıklamamıza izin ver lütfen" dedi annesi gözlerinden yaşlar süzülürken. Bunu açıklamak mı? 21 senelik bir yalan nasıl açıklanabilirdi ki. 
Öykü ne yaptığını bilmez bir halde koşarak caddeye doğru ilerledi. Annesi peşinden koşmaya çalışsa da yetişemedi. Kalbi ve ruhu büyük bir tezatlık içinde yeniden sıkışmaya mahkum edilmişti. Çocukluk anıları birer birer gözlerinde yeniden sahneliyordu. Onca sene öldüğüne inandırılan babasına kavuşabildiği için sevinecek değildi ya. Kalbinin sessiz çığlığı yükselmeye başlarken güneşin yeni yeni aydınlatmaya başladığı caddenin başında tüm bedeni tir tir titremeye başladı. Heyecanla beklediği yarınların hiç bir anlamı kalmamış hissine kapıldı. Babası dedikleri adam, Öykü'nün hayatında hiç bir anlamı olmayan gölgeden başka bir şey değildi. "Kalbimin derinliklerinde kabuk bağlamış bir acı vardı ve her şey altüst oldu." dedi kendi kendine. Bu saçmalığa ne inanmak ne de dahil olmak istemiyordu. Belki de hayatının en hızlı ve zor kararını aldı o an ve annesinin işe gideceği saati beklemek için köşe başındaki kafeye oturdu. 
Saatler inatla ilerlemek bilmezken, evin boş olduğuna inandığı anda koşarak eve döndü. Duvarında asılı olan haritaya baktı. "Yıllardır ertelediğim yolcuk, işte şimdi hayatımı değiştirecek." diyerek çantasına dolapta bulduğu bir kaç parça eşyayı tıkıştırdı. Yıllardır biriktirdiği paraların durduğu desteyi montunun cebine koydu. Susmak bilmeyen telefonunu tamamen kapatarak kendini bulmak için çıktığı yolculuğa adım attı.