Ne zaman hüzünlense bir duble rakısını koyardı Ragıp Bey masaya. Hiç üşenmeden, geçen senelerde hediye gelen paltosunu sırtına geçirir mahallenin bakkalına yol alırdı. Köşe başında duran Nefise Hanımın mis kokulu çiçeklerinden "Hakkını helal et" diyerek alır ve dönerdi.

Evin kapısını açar açmaz kedisi Muzaffer karşılardı, ellerinde paketlerle Ragıp Beyi. Aldığı mezeleri mutfak masasına koyar, salonun en karanlık köşesinde duran plaklarına koşardı. "Sahne sende Sanat Güneşi" der, Zeki Müren'den başlardı pikabın iğnesi dönmeye.

Ragıp Bey,  müzik öğretmeniydi durur mu başlardı eşlik etmeye masasını süslerken efkârıyla. Pencereden içeri sokak lambasının ışığı süzülürdü, böyle gecelerde asla ışıklarını açmazdı. Özenle sardığı sigaralarını başköşesine koyar, biten her kadehin ardından bir tane yakardı.

Şişenin dibinde kalan son deryayı yudumlamak için asla buz koymaz tek seferde indirirdi midesine. Dudaklarından dökemediği yıldızlar için bir duman ve elindeki boş şişe ile koridorun sonundaki karanlık odaya yönelirdi. Piyanosunun önüne çöker, yarıya kadar erimiş olan mumları cebindeki on yıllık zipposu ile yakar başlardı ruhunun tanelerini tuşlara bırakmaya. Çıkan her bir nota mevsimlerine değerdi bedeninden akıp giden.

Ona hayat veren toprak, ağaç ve gökyüzü. Son günü gibi içinde kalanlar, yıllardır başucunda veremeden sakladığı cümleler.

Bir anda kesilirdi melodisi ruhunun, asla sonunu getiremezdi çocuğum dediği eserinin. Nitekim doğmadan kaybettiği kız çocuğu gibiydi onun için, aynaya her baktığında özlemle andığı. Düşünceleri arasında defalarca kaybettiği…

Ve sonra;

Gecenin huzuru yerini nefrete bırakmaya başladığı anlarda susar, masanın karşısında duran tabloya ilişirdi gözleri. "Şimdi nerelerdesin Oya" diye diye iç çekerdi. Daha sonra kitaplığının karşısındaki kahverengi deri koltuğuna uzanır, gözlerini derin bir hasret ile rüyalara kapatırdı. Rüyalarında hep aynı gün özlenir ve aynı saniyeler kovalardı birbirini.

Sabahın ilk ışıkları ile aydınlanan salonun ortasında duran sehpa ve Muzaffer. 

"Geç kaldık Muzaffer, neden uyandırmadın?" diyerek isyan ederdi. Her zamanki rutini ile evi toplar, kahvesini hazırlar ve önceki gün ütülediği takımlarını üzerine geçirirdi. Geceden kalan son sarma sigarasını yakar bestelerinin olduğu çantayı omzuna takar ve çıkardı. 

Kim bilirdi o günün diğerlerinden farklı olacağını, döndüğü sokağın başında onu bekleyenleri hayal bile edemezdi. 

Arkasına bile bakmadan ilerlemeye devam etti. Elleri terlemeye başlamıştı bile, yıllar sonra nereden çıkagelmişti bu cesaret. Sokağın başına ulaştığı anda gözleri dolu dolu "Şimdi nerelerdesin Oya" dedi. Bu kez nefret huzura dönüşmüştü ancak karşısında duran bir tablo değil, sanat dediği aşkın kendisi duruyordu. 


Yıllarca beklemişti, bir kaç dakika daha bekleyebileceğini biliyordu.

Sıcak bir moda akşamında müzisyen arkadaşlarımla otururken tanıştım o parçayla. Benden hoşlanan çocuk söylüyordu.

"Kaç bardak kaç şişe daha,
Damlar gözlerin boşluğa.

Niye deyip soruyorsun,

Bir ben miyim cefa çeken.

Ne olursun ağlama , dardayım.

Ne olursun yapma , uzaktayım.

Kızma bana inceden,

Hep verilmeni ister senden.
Artık anla ne olursun,
Tek sen misin hayal eden."


Bakamadım gözlerine tüm akşam. Sonunda yanımda oturanın bedeni değil ruhu olduğunu anlamıştım.

"Sevme beni, sevemem ben hiç kimseyi. Acıtma ruhunu" dedim.

Ayrı yollara gittik. Aylarca yazdıklarıma şarkılar yaptı. Asla mesaj atmadı, asla aramadı. Bana bir ben gerekti ve bu onda vardı, ben ise yapamıyordum neden asla bilinmez ama yapamıyordum. Bir hikaye biterken yenisini başlatmak zor geliyordu. Ben de hikayeleri sadece okumayı seven birine rastladım. Hep okuduk sadece okuduk. Yenisini yazmadık, bir şeyleri bozmadık. Tamamlamadık. Sadece okuduk. Gecenin en derin saatlerinden bir andı içimde bir alev parladı. Mideme vurdu önce, kulağımda çalan şarkılar değişti. Okumaktan yorulmaya başladım. Elime kalem kağıt almak istedim. Ne zaman uzatsam ellerimi kara mürekkebe, hepsi yere döküldü. Sırtımı döndüm duvara, ışıkları kapattım. Bekledim, susarak bekledim. Yine geldi, zaten haftada bir illa ki uğrardı bedenime. Açtı kitabı yeniden okuttu bana, dinledi. Uyuduk.

Yazmaya açtı ruhum artık. Delirircesine kaçmak istiyordum esaretinden yazılanların. Başka hikayeler, eski hikayeler... Bunlar hep okunurdu ve insanlar susardı.

Biz yeni şeyler yaratamıyorduk, var olan ile idare ediyorduk. Bedenler tamamlıyordu birbirini ama kalan zamana akan ruhlar yok olmaya devam ediyordu. Saat ilerliyordu.

"Sevsene beni"

Ses yoktu. Yatak soğudu. Kapı açık kaldı.


"Derin sonunda dayanamayıp, kopardığı papatyalardan bir tanesini kitabının arasına yerleştirdi". 

Kulağına dolan acımalardan yavaş yavaş sıkılmaya başlamıştı. Yüzünü nereye dönse üzerindeki boş ifadesiz gözlerden bir türlü kurtulamıyordu. Annesi ise biricik kızının sonunu yazdığını bildiği için ağlamaktan başka bir şey yapamaz hale gelmişti. Yıllar önce ona arkasını dönenler bile hayatının merkezi olabilmek için sürekli bir yarış içindeydi. Derin ise ölümü, sindire sindire soluyordu. Yaşamaktan vazgeçmek değildi yaptığı, sadece her şeyden ve herkesten uzakta kalma fikri kanına girmişti bir kere. Yazın ortasında üşüyen bedeninin, umarsız çırpınışları arasında telefonu çaldı.

“Nasılsın?” dedi telefonun ucundaki ses.

Aylar önce duyabilmek isterdi bu soruyu ondan, hiçbir neden aramadan en derinden ve en samimi haliyle.

“İyiyim, sen nasılsın?”

“Yarım saat sonra yanındayım, bugün uzun bir gün olacak. Bekle beni... Seni seviyorum.”

Bir zamanlar âşık olduğu ya da Derin’in öyle olduğunu düşündüğü adamın sesiydi bu. Hasta olmadan bir çeyrek terk edildikten bin asır öncesi. İçinde olduğu sahte oyunun sahnelenmesine şimdilik izin veriyordu. Kendi hikâyesi başlamadan önce kestirip atamıyordu.  

“Peki.” Dedi onaylar bir homurtuyla ve telefonu kapatıp, battaniyenin altına geri döndü. “Seni seviyorum” kelimesinin güzelliği ve altındaki maske o kadar yalancıydı ki. Aylar önce duymak istediği sözleri, neden bu halde duyuyordu ki? Anlam vermeye de pek çalışmıyordu zaten.

“Derin! Uyandın mı?”  Eylül’ün sesiydi bu. Can yoldaşı tek arkadaşı, en çokta onu bırakıp gidecek olmak yakıyordu içini. Bu sancılı zamanları unutturamazdı artık ona, çok geçti ve bunun pişmanlığıyla doluydu kalbi.

“Odamdayım, Doruk aradı yoldaymış.”

Koşarak yanına geldi Derin'in, yatağının kenarına oturdu.

“Bu sabah sana kahvaltı hazırlayamayacağım için çok üzgünüm ama başka bir şey istersen getirebilirim.

“Şuan sadece seninle konuşmak istiyorum.” Gözlerindeki hüzün kendini ele vermeye başlamıştı. Dudakların dökülecek cümleleri defalarca duymuş ve ezberlemişti. Hiçbir şey söyleyemiyordu. Derin’in gözlerine bakmaya devam etti ve sustu.

“Tek kelime etme ve beni dinle lütfen. Bu kimse için bir son değil sende biliyorsun ve…”

“Derin yeniden başlama lütfen” diyerek sözünü kesmeye çalıştı. Ancak bu sefer engel olamayacağını biliyordu. Ezberlenen cümleler yerine oturmaya devam etti.

“Anlaşmıştık ama”

“Bu konuda seninle sonsuza dek anlaşamayacağım! Kusuruma bakma, hadi şimdi üstünü değiştir. Her şeyi hazırladım.”  

Eylül odayı hızlı adımlarla terk etmişti. Salona geçtiğinde kendini koltuğa bıraktı ve ağlamaya başladı. Bu istediği Derin için intihardan başka bir şey değildi ve savunması kırılmak üzere olan bir kale gibi beklemeyi sürdüremezdi. Kime nasıl açıklayabilirdi, nasıl müsaade edebilirdi? Onu asla yalnız bırakmamalıydı ve kendine defalarca söz vermişti. Bir yolunu bulana kadar pes etmeyeceğine inanarak ağlamaya devam etti.
Derin yataktan yavaşça kalkarken, midesinin gereksiz bulantısına inat olarak yazdığı şarkıyı mırıldanarak geçmesini umut ediyordu. Aynanın karşısına geçip kendisine baktı.

"Bu ben miyim?"

Rüzgârı hayal etti, tenine değip geçen serinliğini. Tıpkı eskiden olduğu gibi hissedebildiği ne varsa tekrarladığı gibi. Artık üşümüyordu, içini bir sıcaklık kaplamıştı bile. Karşısında âşık olduğu adamın gözleri duruyordu. Bu bir oyundu hala neden böylesine içten duygular ile yanıp tutuşuyordu. Kinci biri de değildi ancak hastalığının yarattığı mide bulantısından daha mide bulandırıcı olan oyunun senaryosuydu. Bu hislerden arınmalıydı artık.

"Kar tanesi hala giyinmemişsin"

Çirkin bulduğu bedenini saklayabilmek için tüm gayretiyle yatağa attı kendini. Bakışları ne zaman tenine değse sevgisi nefrete dönüşmeye bir adım daha yaklaşıyordu. Derin oyununu bitirebilmek için bu sevgiye herkesten daha çok ihtiyaç duyuyordu. Başta tek korkusunun sevgiyi unutmak olacağını sanıyordu ölünce, sonuçta sevecek bir şeyler kalmayacaktı yanında. Tam da o anda bunları düşünürken yüzünde bir gülümseme parladı. Çünkü sevmeyi değil, sevilmeyi bir zorunluluk yapan bu hastalıklı bedenini geride bırakacaktı. Kimsenin haberi olmadan geride kalacaktı her şeyi. Aylardır buna hazırlanıyordu ve başaracaktı.
Hiç bir şey söylemeden yatağın kenarında duran kıyafetlerini üzerine geçirdi. Koltuğun üzerinde duran çantasını alıp eşyalarını toparlamaya başladı. Dudaklarından tek bir kelime bile dökülmüyordu, kalbi deli gibi çarpıyordu.

“Bundan eminim” diye fısıldadı kendine.

Çantasını Doruk aldı ve ayakkabılarını giyene kadar evdeki kimseden ses çıkmadı. Derin kafasını kaldırdı Eylül’ün gözleri ile buluştu gözleri. Onaylayıcı bir baş hareketi ile deli gibi çarpan yüreğine su serpti Eylül.


“İşte başlıyoruz.” 

Size 6 Nisan Cuma akşamı katıldığım "PubStory" etkinliğinden bahsetmek istiyorum. Yeni yüzlerle tanışmak ve hayatınıza yeni hikayeler katmaktan keyif alıyorsanız kesinlikle katılmanızı önerdiğim bir etkinlik.

Günümüz ilişkilerinin katili olan cep telefonları, başları eğik gezen ve gözleri gözlerinize değse hayatları değişecek olan insanlar. Bu katili yeni arkadaşlıklar belki de yeni ilişkilerle doğru kanaldan bütünleştiren güzel topluluk. Sosyalleşmeyi sevmeyen insanların bile oyunun içinde gerçek benliklerini bulduklarına şahit oldum. Pub Story kısacası nedir? Oyun oynayarak hem eğlendiğiniz hem de yeni insanlar tanıdığınız bir etkinlik.


Cuma akşamı saat 9 civarında Kadıköy semalarında güzel bir barda başladık. İlk önce aldığınız bilete karşılık size 4 adet oyun puanı pulu veriliyor. Oyunun başlama saatine yakın bir zaman aralığında oyunun nasıl olduğunu anlatan kısa bir konuşma ile devam ediyor. Herkese verilen grup kartları sizi bir takıma dahil ediyor. Takımınız için savaşın ve elinizden geldiğince puan toplayın önerisini vermeden edemeyeceğim. Çünkü sonunda kazanan takımı güzel hediyeler bekliyor. Oyun yaklaşık olarak 3 saat sürüyor ve 4 aşamadan oluşuyor. İlk aşamasında ısınma turları atılıyor. Burada biraz sosyal olmak önemli bir hal alıyor. Elinizde telefonunuz ve biranızla ilerlerken birini yakalayıp "Oyuna var mısın?" demeniz çok önemli. İnsanların zaten "hayır!" deme şansı çok düşük, kendinize güvenin. Karşısına geçtiğiniz anda oyunu kabul ettiğinde taş-kağıt-makas oynayarak kimin görev verip kimin görev alacağına karar vermeniz gerekiyor. Kazanan seçimi yapar ! İyi şanslar... Kaybederseniz elinizde bulunan yani size başta verilen oyun pullarından birini karşınızdakine kaptırırsınız. Kazanırsanız ise siz ondan alırsınız. Oyun aşama aşama devam ederken, joker soruları ile ortamı karıştırmaya da devam edeceklerine garanti veririm. Sınırlarınızı zorlamaya hazır olun. Gecenin sonunda ise takımınıza ait zarfın içine topladığınız puanları koyup isminizi yazmayı unutmayın. Siz de kazanabilirsiniz.

Benim gibi ilk bakışta insanlarla konuşmakta zorlanan bir insanın bile zevkle oynadığı bu oyunu şiddetle öneriyorum. Her aşamada bambaşka sorularla sizi zorlamayı bekleyen insanların içine dalın ve siz de onları elinizden geldiğince zorlayın. Bu 3 saatlik eğlencenin içinde 3 farklı insanla güzel bağlar kurdum ve hala iletişim içindeyiz. Neden siz de kendinize farklı bir hikaye yaratmaktan uzak olasınız ki? Bu aslında Pub Story kadar yakın. Belki de karşılarız.

Ayrıca size 6 Nisan akşamının PubStory temasını da ekliyorum, düşünmesi sizden;



Güzel hikayelere ve güzel insanlara. İyi eğlenceler...


Her başlangıç bir vazgeçişti ve o yüreğindekileri anlatmak için dudaklarına asla ihtiyaç duymamıştı. Yüzündeki derin çizgiler kaderinin yolları değil hayallerinin oluşturduğu sahnelerin yıkıntılarıydı. Çocukken annesi, "Hayal dünyasından çık artık! Ayakların yere bassın." derdi. O ise asla kulak asmazdı. Zaten anlatmadığı sürece kim bilebilirdi ki hangi denizlerde yüzüp, hangi ovaların rüzgarlarına kafa tuttuğunu. Babasının hastalığıyla da bu şekilde öğrenmişti baş etmeyi. Hayallerinde kimsenin bilmediği şehirlerde gezerlerdi. 

Her sabah uyandığında koşarak yanına giderdi. Hüzün kaplamış uzun koridorun sonundaki aydınlık oda. Yatağın baş ucunda duran çiçekleri sulardı önce. Perdeleri sonuna kadar açardı, güneşi beraber selamlayabilmek için. Yatağın ucuna otururdu ve minik elleriyle saçlarını okşardı babasının. Yüzünü yüzüne yaklaştırır, burnunu burnunu sürterek onu güldüreceğini düşünürdü. Tek bir mimik bile oynamazken babasının yüzünde, o gözlerinin içine bakardı. Göz bebekleri büyümeye başladığı anda mutlu olduğunu anlardı ve sıcak bir gülümseme kondururdu boşluğa. İşte o zamanlarda öğrenmişti konuşmadan da insanlarla anlaşabileceğini. Diğerleri için hiç bir anlamı olmayan küçük bir hareket onun için bir çok şey ifade ederdi. 

Yıllar her günün yeni bir tekrarı gibi geçip giderken küçük kız büyüdü, saçları uzadı. Babası hasta olmadan önce her hafta gittikleri tiyatro oyunlarında izlediği sanatçılardan biri oldu. Her akşam sahnelediği oyunları, usanmadan sıkılmadan bir de babasının karşısına geçip oynadı, her defasında gözlerinin içine bakarak. Binlerce insanın alkışladığı sahnede olmaktansa babasının karşısında olmak içine ilham kattı. Her gün daha çok çalıştı. Daha çok okudu, daha çok anlattı babasına. Belki de hayatı boyunca en çok istediği rolü aldı o ay için. Heyecanına yenik düşmedi asla pes etmedi. Tüm senaryoyu tek yudumda ezberledi, karakterine büründü. Büyük akşam için bekledi tam 30 gün bekledi. 

Ölümün soğukluğunu da aynı gün tattı. Hiç bir cümle hiç bir duygu önüne geçemedi bu derin sessizliğin. Babasının soğumuş ellerini avuçlarının arasına aldı. Son kez baktı gözlerine, son kez veda etti. Oysa ki o akşam sahneleyeceği oyunu babasının da en az onun kadar heyecanla beklediğini biliyordu. Ambulansın iç yakan sireni ardında gizledi nefesini. Haykıracak hiç bir kelime kalmamıştı. 

O akşam babası için çıkacaktı sahneye, bu bir son değil başlangıçtı. Perde açıldı. Sahnenin önüne geldi, gözleri parladı. Sahneyi aydınlatan spotları perçinledi ruhu. Sessizlik çöktü. O akşam sahnede kendi hayatını oynadı, hayallerinde yazdığı her anı ölümsüzleştirdi. Babası yanı başında duruyordu. Elini uzattı. Elleri bir oldu ve beraber selamladılar sahneye akan alkışları. 

İşte şimdi ölümsüzleşmişti babası. Kalbinin derinliklerinde akan duyguları, yeniden dudaklarını kullanmadan anlatmıştı. Ön sırada ayağa kalkıp alkışlayan herkesin gözlerine baktı teker teker. Hayatı için akan gözyaşları, derin bir deniz oldu ruhunda ve hepsini babasının ardından sevgi ile gönderdi. 

Her sene bir kez sahneledi bu oyununu. Yüzündeki çizgiler, hayallerinin ürünüydü. Gözleri ise babasının gözlerinden görüyordu. Oturup tek bir nefeste izledi kendini. Gurur duydu ve sarıldı...

"Beni bir daha aramaman için sana bir neden verebilir miyim?"

"Böyle bir neden olduğunu sanmıyorum ama verebilirsin tabi."

Bu sözleri daha önce bir yerde okumuştum çok tanıdık geliyor. Midem bulanıyor, galiba bu kez gerçekten Dünya tuttu. Geçen geceye takılıyor düşünceler, bir şişe Jim Beam söyletmişti bunları bana. Ne hayaller ile çıkmıştım bu gece yola. Barın en kuytu köşesinde elimde telefon, saatin ilerleyişini irdeliyordu dilimdeki sözlük.

"Derinliğime daha fazla almak istemiyorum seni"

"Derinliğine derken, zaten yeterince derinin altında değil miyim?"

"Sana soru sormaya devam edersem senden vazgeçmek daha da zorlaşacak benim için."

İçimden bir ses elini tut ve son kez dudaklarına bizi birleştirecek öpücüğü kondur diyordu. Alkolün de etkisiyle yanaklarım iyice kızarmaya başlamıştı. Teninin soğukluğunu ilk kez o an hissettim.

"Bu kez kalbinin hızlı atmadığını biliyorum. Ben kimim ve biz neresindeyiz bu yolun diye sorular ile dolanmayacağım zihninin derinliklerinde."

İfadesiz bakışları daha da sertleşmeye başlamıştı. Gitmesi an meselesi sessizce beni dinliyordu.

"Bu bir hayal, gözlerine baktıkça gördüklerim sadece benim yarattığım gerçekler. Bir bütün gün yanımdasın ve sonra başka kadınların yanında olmak için uzaklaşıyorsun."

"Benim sende görebildiklerimi bir de sen görebilsen inan böyle konuşmazdın. Ancak haklısın bu bir hayal."

Ellerim terlemeye başlamıştı ve vücudum güneşin dünyayı ısıttığı kadar derin bir sıcaklık ile yanıyordu.

"Defalarca uyandırdım kendimi. Defalarca vazgeçtim bu belirsizlikten oysa bir belirsizlik yoktu senin için. Sadece ben bendim ve geçen saatler anı yaşamamıza bir adım oluyordu."

"Bu konuşmanın devamını getirmek istiyorsan durma devam et."

Onun ise devamını heyecanla bekleyen bir tavrı yoktu. Bunu zaten okumuştu daha önce ve orada öylece kalmasını umut ediyordu. Ne vazgeçebilirdi benden ne de bu şekilde devam edebilirdi.

İkimizden birinin bundan vazgeçmesi lazımdı, benim uzaklaşmam için onun kelimeleri yetmezdi. Yaşadıkları ve yaşayacakları kafamı karıştırmazdı. Zaten ben onun kim olduğunu biliyordum.

"Sen..."

"Evet sen, benim yeniden derinliğinde kaybolup sevmekten korktuğum adamsın. Artık gitmelisin çünkü bunu ne sen yürekten istersin ne de ben yüreğimin buna katlanmasına izin verebilirim."

Terli ellerimin arasında duran elleri kaydı birden. İfadesiz bakışları kifayetsiz kelimelere dönüşmeden önce boşta kalan ellerimi birleştirdim dudaklarında.

"Bir şeyler duymaya ihtiyacım yok. Sen de en az benim kadar iyi biliyorsun. Ben senin içindeki o insan değilim."

Karanlığın içinde kayboldu sureti yavaş yavaş. Arkasına bile bakmadan gitti yanımdan. Olacak olan buydu, kaçınılmaz bir sondu ve artık gerçekleşmişti. Yıllar sonra yeniden bir yüz daha kaybolmuştu gözlerimden.

Derin bir nefes aldım, arkamı döndüm arkadaşlarıma baktım. Acılı bakışlarının ardına bir tebessüm iliştirdim. Ağlanmayacak kadar belirgin bir duygu patlıyordu damarlarımda. Ruhum yeniden özgürlüğün alaca karanlığında esniyordu. Taburenin üzerinde duran viski şişesini diktim kafama. Sıcaklığı midemi kavurmuştu ve ben bunu hak etmiştim.

Eve vardığımızda sabahın altısıydı ve ben tüm hüznümü kapının önünde kusmuştum. Sadece uyumak ve bir süre daha sevgi dediğimiz kavramın yıkıntılarından uzak kalmak istiyordum.

Bu olası bir senaryoydu ve bir gece vakti gideceğim partinin biletine kelime kelime yazılmıştı.