Hava daha kararmamıştı, bir şeyleri düzeltmesi gerektiğini anladığı sıralardı. Gözü sürekli, duvarda asılı olan saate takılıyordu. Zamanın içinde kaybolmaktan korkmaya başlamıştı, beklemek hayatta en çok nefret ettiği şeydi. İçerideki odadan telefonun sesi duyuldu, içini büyük bir heyecan kaplamıştı.

"Yavaş hareket etmeliyim, bir anda çıkamam karşısına." dedi içi içini yemeye başlamıştı bile.

Kendinden emin adımlarla koridordan geçerek telefonun sesinin duyulduğu odaya yöneldi. Masanın üzerinde titreye titreye can çekişen telefona baktı, isim yoktu sadece sıradan bir numara yanıp sönüyordu. Ancak kimin aradığını gayet iyi biliyordu. Göğüsünde sertleşmeye başlayan yumru boğazına doğru ilerliyordu. Sakinleşmeye çalıştı önce ve nihayetinde açtı telefonu.

"Alo!"

"Üzgünüm" dedi karşıdaki ses.

"4 sene sonra mı?"

Üzgün olmak için bir çok zaman vardı elinde. Bunca sene neden beklemişti, ne değişmişti? Ne bir sevgi vardı ortada ne de bir samimiyet.

"Nerede beklediğimi biliyorsun, neden gelmedin?"

"Gelmek için bir neden vermedin bana ve bunu sorguluyor musun?" dedi aylardır ağlayamadığı halde, zorla akan göz yaşlarını kazağının koluyla silmeye çabalıyordu.

"Sabaha kadar bekleyeceğim. Senin geleceğin ana dek bekleyeceğim."

Hıçkırıklara boğulmadan önce kapattı telefonu. Gidemezdi, yeniden kendini sönmeyen bu ateşin içine atamazdı. Olduğu yere, kırık aynanın dibine çöktü, başını dizlerinin arasına alarak ağlamaya başladı. Bu kez kendini durdurmak istemiyordu, sadece bitene kadar tüm gözyaşlarını dökmek istiyordu. Dört seneyi, kırık seneye bedelmişcesine geçirmişti zaten. 25 yaşındaydı ve kendini olduğundan on yaş daha büyük hissediyordu.

Kollarındaki çizikler, gözlerinin altındaki morluklar...

Hava kararana dek bekledi, kırık aynanın dibinde. Düşünmüyordu, hiç bir şey hissetmiyordu sadece bekliyordu zamanın su gibi akıp geçmesini. Ay ışığı kendini belli etmeye başladığında camdan süzülen yıldızlar saçlarına düştü. Poşetin içinde duran mumları çıkardı, karşısına dizdi hepsini. Kalbinin kırıklarını yok etmeye ihtiyacı vardı. İnce uzun bir tahta kırdı köşedeki yığınların arasından. Ateşe verdi ucunu, ruhunu kurtardığı anda karanlıktan. 3 tane mumu ayırdı başta.
Güzel bir parça açtı eski teybin tozlu tuşlarıyla.

"Zihnime, yüreğime aldığım tüm yüklerin ağırlığı için" dedi ilk mumu yakarken. Ateş bir anda parladı, odanın soğuk karaltısı azalmaya başlamıştı.

"Terk edilmiş bir yolda ilerlerken karşıma çıkan yok sayılmış aşklarıma"
İkinci mum yanıyordu şimdi.

"Ve kendime, kendim olabilmek için zorla çektirdiğim bütün acılar."

Üç mumda yanıyordu artık. Bir kaç dakika sessizce alevin yarattığı dalgaları izlemeye koyuldu. Telefonun alarmı tüm sessizliği yok ederek çalmaya başladı.

"Zamanı geldi. Bunu yapacağıma söz verdim" dedi.

Çantasını sırtına taktı, telefonun yanıp sönen alarmını susturdu. Kapıya doğru yöneldi. Mumların yandığı odadan gelen ışıkla aydınlanan bomboş ev tüm çıplaklığı ile elveda ediyordu güzel kadına.

Derin bir nefes aldı, uçak biletini çantasının ön gözüne yerleştirdi. Kapıyı açtı ve mumların gideceği ana kadar sönmeyeceğini umut ederek çıktı evden. Merdivenlere yöneldi, taksinin gelmiş olduğunu biliyordu. Çıkış kapısının önüne geldiğinde yukarıdan bir zil sesi duyuldu. Heyecan ile olduğu yerde nefesini tutarak bir kaç saniye bekledi.

"Üzgünüm lütfen!" diyerek kapıyı yumruklayan bir erkekti.

"Bunu çoktan yapmalıydım, senin kadar ben de geç kaldım" dedi güzel kadın kapıdan çıkarken. Her şeyi geride bırakmaktı hayali, hiç kimse buna engel olamazdı.

"Havaalnına gidebilir miyiz lütfen!" dedi bindiği taksideki şoföre.

İlk defa ardına bile bakmadan uzaklaştı tüm acılardan...




Yeniden düşünebileceğim bir şey yok!
Toplumda yeri yok.
Herhangi bir isim koymak yok.
Ne dört dörtlük bir insan var ne de hata.
Pişmanlık yok, geri dönüş yok. 
Sevmek bile yok belki de. 

Her şey  kocaman bir saçmalık. 
Rahatını dürten sopalar yok, sadece kendin varsın. 
Unutmak yok, sindire sindire yok etmek var.
Yalan yok ancak çokça dolanmak var. 
Kalem yok, defter yok bir kaç takım tuş var.

Aslında Dünya dedikleri bir kavram yok.
Cehennemi de cenneti de bir arada gördüğümüz bir toplum var.
Umutsuzluk yok mesela, umut etmeyi unuttuğumuz anlar var.
Aşk yok desen, mal paylaşımı var. Aşkın bütünü dedikleri(!)
Terk edilmek yok, ayrılan yollarda kesişmeyi beklediklerin var. 

En önemlisi de ismin yok, kimliğin yok. Görmekten korktuğun ruhun var.
Kaçmak yok, bu yola girmeyi seçmek var. 

Rahatsız hissettiğin anlarda hayallerin var. 
Mutlu olmak için bir çok sebep var, ders almaktan bıkmadığın bir hayat mesela. 
Kendini tanımak için, arkanı dönüp bakmadan çıktığın kapılar var. 
Derinliğinde kaybolurken, hayatın anlamını aradığın kitaplar var. 

Kimseye ihtiyaç duymadan kendine yeten bir sen varsın. 
Her insanın hayatını bir veya birden fazla yazar elbette etkilemiştir. Belki yazmak için bir neden olmuştur belki de hayatının en önemli anlarını, sanki kendi hayatını okur gibi okumuştur. Kafka ile Dostoyevski de benim için bu yazarlar arasına girmişti. Ancak bugün hayatımın üç ayrı evresini ayırdığım Paulo Coelho ile tanışmamı kaleme alacağım.


2015 senesi hayatımın en uzun soluklu ve en güzel senelerinden biriydi. Kendimi ve insanları tanımaya başlamama yardım eden kimselerle, dolu dolu geçirdiğim bir sene. Üniversite sınavına hazırlanırken kaybettiğim okuma alışkanlığımı yeniden kazanmaya başladığım aylardan birinde, Paulo Coelho'nun çok bilinen kitaplarından biri olan "Simyacı" ile yeniden tutundum edebiyata. 

İçimde yaşattığım ve insanların hayran olduğu küçük kızı, dolu dizgin hayatta tutmaya çabalarken "Simyacı" ile hayatımın derinlerinde gizli kalan yanlarımı da okudum ve ezberledim. Sevmek, aşık olmak adına bir ömür yaşanacak ne varsa bir sene içinde yaşadım. Kitabın karakteri olan Santiago gibi, içimdeki huzuru ve mutluluğu arama serüveninde sevdiğim insanlarla ilerlemek adına büyük adımlar attım. Ruhumu tazeledim, Dünya'yı ve insanları derinlemesine inceledim. Hayatımın sonuna kadar mutlu yaşayacağım bir masalın içine sürüklendim. Fakat bu masal sonsuza kadar sürmedi.


Yalnızlık ve hayatın kötülüklerinden uzak kalmaya çabalarken tökezlediğim bir döneme girdim. Bu sırada "Veronika Ölmek İstiyor" ile tanıştım. Soğuk bir Kasım akşamı eve dönerken uğradığım kitapçıda, duygularımı ifade etmesini dilediğim başlığı aradım. Ölümün soğuk pençesi altına giren ruhum, günbegün erimeye devam ederken insanlardan ve aşktan soğumaya da başlamıştım. Bir daha kimseyi sevemeyecek olmam ve sevilmeye değer olamayacağım kanısına çoktan varmıştım. Her gün ortalama iki veya üç yazı yazarak ruhumu rahatlatabileceğimi düşünürken, sayfalarca hece döküyordum. 

Raflara göz gezdirirken zihnime şimşek gibi çarpan başlık gözüktü "Veronika Ölmek İstiyor" ne de olsa ruhunu bir aşka kaptırmış eriyip giderken "Deepinside Ölmek İstiyor" çokta uzak bir ihtimal olarak gözükmüyordu. Bir gün içinde tüm kelimeleri ezberler gibi, sindire sindire okudum kitabı. Kendimi öldürmeye çalışırken, yolda karşılaştığım herkese şans vermem gerektiğini anladım. Yeni dünyalarla tanıştım "Simyacı"yı okurken -insanları tanıdım ben- dediğim zamanlara gülerek. "Ne insanları ne de Dünya'yı hala tanıyamamışım ne yazık ki!" dedim kendi kendime ve kurtulmaya çalıştığım acının eşiğinden dönmeye çabaladım. 


Ertesi yıl;

Her şeyi ve herkesi bir bir ardımda bırakmaya başlamıştım artık. Gecelerde gelen kasılmalar şimdi çok uzaktaydı benden ve hayatıma bir sürü insan sokmuştum. Ancak hala aşık olabileceğime inanmıyordum ve birinin beni sevebileceğine olasılık dahi vermiyordum. Kabuğum sertleşmişti, kendimi tanımıştım, insanlardan olabildiğince uzaklaşmıştım ve kendime çekirdek bir dost grubu oluşturmuştum. Hafta sonlarımı eğlenmeyi bilen insanlarla geçirmeye başlamıştım. Kimseye kolay kolay güvenmiyordum ama acımın üzerinden iki sene, koskoca iki sene geçmişti ve ben yeniden sevmek istiyordum. 

Hayatım aynı seyirde ilerlerken eserlerine çokça saygı duyduğum ve hayatını ezberlediğim adam "Vincent Van Gogh"un hayatını anlatan film "Loving Vincent"ı izlemek için gittiğim Kadıköy'den dönerken, bir sene önce acı ve öfkeyle girdiğim kitapçıya yeniden uğradım. Rafların altını üstüne getirmek, bir sürü kitap almak istiyordum derken "On Bir Dakika" ile karşılaştım. Ertesi hafta yola çıkacaktım, kitabı benimseyebilmek için mükemmel bir fırsattı bu. Zaman geldi ve ben arabanın sıcak koltuğuna gömüldüm elimdeki kitabı zihnime işleyebilmek için. "Maria, ah güzel Maria. Bir sürü erkek tanımıştı, onları etkilemeyi öğrenmişti ancak aşkı bir türlü bulamamıştı." Kitaptaki karakter kadar yorucu ve derin bir serüvene çıkamamıştım, gerçi çıkmak isteyeceğimden de emin değildim ancak Maria'da çok şey bulmuştum. Tek solukta Paulo'nun tüm kelimelerini sindirmiştim kalbime.

Üç kitaplık bir serüvendi bu iki sene benim için ve hayatımı okumuş gibi ilerlemeye devam etmiştim. 

Kitaplardan çok şey öğrenirdi insan ben de bunu özümsemiştim, hem gezmiştim şehir şehir hem de okumuştum. 

-Santiago, Veronika ve Maria- bir bütün olmuşlardı içimde ve en saf haliyle sunulmuşlardı. Tüm zorluklara rağmen ilerlemiştik hayat yolunda. 

Okuyarak ve yazarak...
"Zihnin masasında tartışılan en net konuydu -Şimdi yumurtadan yeni çıkmış dinazor, hayata neden küfrediyor ve tüm yasaklı kelimeleri duvardan aşağı atıyor-"

Yaprakları buz tutmuş ağacın sessizliği tüm ormanı sardığında, düşünceler bin bir ağız dolusu gürültü çıkartıyordu. Esen rüzgar ısırırken gövdesini, umutsuzca baharın dökümünü bekliyordu. Bağlandığı ve beslediği, bu zamana kadar özenle baktığı yapraklarından kurtulmayı diliyordu. Nedendir bilinmez ama bekliyordu sadece. 

Yapraklar çok şey öğretmişti ağaca ve köklerini daha sıkı salmıştı toprağa. Güvenebileceği tek yer yani yaşam kaynağı verimli bir topraktan başkası değildi. Yapraklara öğretiyordu kudretini, bazense sadece bir ağaç olduğunu unutuyorlardı yapraklar. Sadakatle bağlandıkları dallarında, huzurun eşiğinde toprağa yeniden karışmayı bekliyorlardı.

Ve ağaç öğreniyordu, aslında toprağın verimini yine kendisinin sağladığını.  Her geçen gün daha da sıkı bağlandığı toprağa onu terk etmediği için şükrediyordu. Zaten ağaç ne kadar eğilirse eğilsin, toprak her zaman gövdesini yüceltmeye ant içiyordu.

İkisi de birbirinden eşsiz ve bir o kadar da aynıydı. Ve bunu yok etmeye çalışanlara Spinoza;

"İnsanlar bize zarar verdikleri için değil, yaptıkları haksızlıklarla ruhumuzun ışığını söndürüp içimizdeki kötülüğün başkaldırmasına sebep oldukları için korkunçlar..." 

demiştir.
"Yeniden ve en güzelinden günlük dozda alınan sevginin kıvılcımları parlamaya başlamıştı."




Büyük bir çaresizlik içindeyim. Aylardır zihnimden ve kalbimden uzak tutmaya çalıştığım bir sevgi tohumu gözlerindeki ışık ile yeniden canlandı bugün. 

Sevdiğini söyleyememek en kötüsüydü benim için. Ancak nasıl söylenirdi;

 "Seni sevebileceğimi biliyorum, önümüzdeki engelleri aşmak zor."

Hem nereden biliyordum bu sevgi tohumunun ekilmek isteyen bir toprağa ait olabileceğini. Asla da öğrenemeyecektim o kadar da zor durumdaydım işte. Aramızda öyle ahım şahım bir yaş farkı da yoktu üç bilemedin dört diyebilirdik. 

İki sene sonra ilk defa ve yeniden böyle güzel duygular hissetmeye başlamıştım ve sonu asla gelmiyordu. İçimde kaybettiğimi düşündüğüm küçük kız yeniden saçlarını iki yandan toplayıp hoplaya zıplaya dans etmeye başlamıştı. 


Ne kadar da kötüydü elini asla kimsenin önünde tutamayacak olmak. Zaten tutmaya yeltensem önce sen "Ne yaptığını zannediyorsun?" diyebilirdin. Kadınların hisleri çok gelişmiştir derler, hayatta belki de en çok inandığım klişe buydu. Hissedebiliyorum ancak ulaşamıyorum, nasıl ulaşmam gerektiğini de bir türlü kestiremiyordum. 


Herkese karşı mı böyleydin? Yoksa ben mi çok abartıyordum? Elim titrerken tahtaya kazıdığım çözümlerin bir kalbimde çözümü yoktu. Geçenlerde olduğu gibi yeniden gömmeli miydim her şeyi kalbime? Zaten üzüleceğim diyerek başlatmadan koşarak kaçmalı mıydım? Yoksa senelerce kimseyi hayatına almaman olasılığı üzerinde teoriler üretip, hayatıma kurduğum hayallerinle devam mı etmeliydim? 

Sevgi neydi? Sevgi karşındaki insanı tehlikeye atamayacağın kadar derin bir tutku ile susmaktı. 

Belki de bir gün güneş yeniden benim için doğardı ve ben bu derinliği seninle buluşturmak için bir neden bulabilirdim. O güne kadar bekleyebilirdim.

Soğuk bir kasım akşamı, yürüdüğümüz yollardan tek başıma geçiyorum yine. Ve hayatımı yeniden yoluna koyacak binlerce neden arasından bir tanesinin beni bulmasını diliyorum.

Güneşin bulutlar arasında el sallayışına müziklerle cevap veriyor ruhum. Küçük ama raflar dolusu kitapların olduğu bir dükkana giriyorum. Belki de bir kaç kelime ruhuma dokunacak ve beni bu karanlıktan çekip alacak diye umut ediyorum.

Elinde kocaman bir pikap ile bir kadın yanıma geliyor. Birlikte kitaplara göz gezdirmeye, bizi içine sürükleyecek hikayeyi bulmaya koyuluyoruz. Aklımda dolanıp duran tek şey, "aldığımız plakları dinlemeye zamanımız bile olmadı." oluyor. Belki de bir hüzünle gittikleri çöp kutusundan gerçek sahiplerine defalarca el salladılar, belki de doğru kişiyle dinlenmeyi bekliyorlar.

Kim bilir...




3 tane birbirinden farklı, bir o kadar da aynı yalnızlık hissini pekiştiren kitapla dükkandan çıkıyorum. Trafiğin içinde zamanı yavaşlatan ne varsa beni kitabın sayfalarını karıştırmaya itiyor;

"Kimsenin kimseyi yargılayacak durumu yok. Her insan kendi bilir çektiği acının boyutunu ya da yaşamında anlamının hepten yok olduğunu"                                 
                                                                   Paulo Coelho                       

Kim bilebilir ki ve kim neden yargılayabilir ki?

Yine evin yolu gözüküyor, ayaklarım geri geri giderken. Ancak saatin ibresi hızla yürütüyor beni. Kapıyı açıyorum, koşarak ağzına kadar dolu olan kül tablasını yeniden doldurmak üzere boşaltıyorum. Mumlarımı yakarak, sensiz boyamaya bile devam edemediğim odama kapanıyorum. Elimde kalemim baş ucumda kitaplarım bir şeyler karalamaya koyuluyorum.
"Üzdün bizleri gelecekten gelen ve her an içimizde bir sen olduğunu bildiğimiz adam"



Yalnızlığın gelecekteki en net şekliyle beden almış hali. Bir hayal ve zihninde yarattığın, sadece sesini işitebildiğin insana aşık olmak gerçeği.

3 sene kadar kısa bir sürede tüm duyguları bir süpürge yardımıyla bedenden süpürmek. Fazlasıyla depresif bir hayat. Sanal gerçekliğe tutulmak, kaçınılmaz son. Thedore Twombly gelecekte insanların yaşayacağı duygu durumu ve yalnızlığın pençesinde sürünen hayatların can bulmuş hali.

Büyük bir aşkın ardından, boşanma ile sonuçlanan ve hayatı derinden yıkılan bir adamın tüm hayatı gözler önünde. Sevgi yoksunluğu çektiği halde, kurumsal olarak çalıştığı "Sevdiklerinize Mektuplar" şirketinde iş ve hayat yorgunluğu yüzünden sevdiği insanlara bir mektup bile yazmaktan aciz insanların hayatına yön veren bir zavallı Theodore! Tüm yalnızlığından, satın aldığı bir işletim sistemi sayesinde kurtarabilmesinin derin hikayesi.

Günümüz şartlarında da yalnızlık ve depresyon toplumların en ölümcül hastalığı olmaya başlamışken izlenmesi gereken bir karakter.


Her yere saçılmış binlerce yazı, dergilerce ağızdan dökülüyor yerlere ve karanlık gökyüzü bizi yeniden kavuşturdu bu gece. Bilmem kaçıncı sayısı bu edebiyat dergisinin önüme düşen, bir eksik bir fazla... Gündüzler yine geceden saklanıyor dağın en uç noktasında. Bir ben biliyorum bu göğüs ağrılarının nasıl geçmediğini ve bir ben biliyorum yokluğun büyük yüküyle kaybolan hayatımı.

Kumbaram önümde içi kalem dolmuş ve tek bir metelik bile sayamazken; gölgen, kokun yine içime doluyor boş sokaklarda. Tıngırtısından mıdır hayatın orasını bilmem ama duvarlar boşluk olmaksızın doluyor yüreğime. Bir kaç rakam gözüme ilişiyor ışığı aralanmış odanın ardında, küsuratı büyük kayıp ruhumda.

Ellerim sanki notalar şeklini almış ve kocaman bir orkestraya şeflik yapıyor şimdi. Evet şimdi duyuyorum, sessizliğin içindeki acı çığlığı kalbimin. Okudukça içime işleyen şiirler kulaklarımda, ben uzanmaya çalıştıkça hayata, hayat yine benden çok uzaklara kaçıyor.

Sırtımda bir çanta ve karanlıkta elimde bir peluş ayı ile korkusuzca ilerlemeye devam ediyorum. Işık benden çok uzakta, "n'olur gitme" diye yalvarıyorum ve satırlar karalanıyor bir anda.

Pergelin ucunda sıkışmış kalmış ruhumla daireler çiziyorum etrafında, merkezdeki nokta ne zaman baksam yine sen oluyorsun. Evvela boş duvarlarda asılı kalan son maskeler de düşüyor. Tırnaklarımla kazıyorum derimi yeniden sende bulduğum kimliğimi arındırmak için kirden.

Dudağımda nahoş bir kan tadı, perde şimdi kapandı ancak ben yine nerede olduğumun farkında bile değilim. Gözlerim kapalı, şimdi de bileklerim uyuşuyor. Ruhum büyük bir boşluğu boyluyor.

Kim istediyse beni çıkaramıyor dipsiz kuyulardan. Yaşamak, yaşamak istiyorum yeniden seni. Seni ve senin olan her şeyi, kurumuş güllerimiz saklı kutudan kokusunu yaymaya başladı bile. Nefes alamıyorum, ilaçlarım etkisini mi kaybetti yoksa okyanusun dibini çoktan boylamıştım ve fark etmiyor muydum? Bilemiyorum...

Güzelsin çok güzel, yazılmamış en güzel şiir sensin. Yazılarda ki en güzel karaktersin, renksin...

Ah kader sana mı olmalı isyanım, sen mi aldın benden onu yoksa ben mi sana verdim korkularımla. Eridiğim tenine, yandığım kalbine. Karşında bir yabancı gibi otururken, yanağını okşayamadığımdan önümdeki fincana deli gibi sarıldığım en korumacı anımsın.

Uzayda yarattığım boşluğun tek tamamlayıcısı, ruhumun yegane eşi. Aynı hisleri paylaşmadığını düşünmekten korktuğum en derin sanrılarımsın. Kabuslarımda başkalarının olmak istediğin felaketimsin. Ama her şeyden önce zamanın beni yarattığı ve sen diye koyduğu aşksın...

Gerçekten mükemmel coverlarının olduğunu kabul ettiğim nadide insan  "Lin Pesto".

Bugün küçük bir hayal ile zaman makinesi turu yapıyorum. Mustafa Sandal'ın "Araba" coverına tutuluyorum. Nerede o eski parçalar, o eski müzik anlayışları. Günümüzde insanlar 1 saatlik çalışmalar ile milyonlara hitap edebiliyor. Ancak bunun ne kadar doğru olduğunu tartışmaya açık bırakıyorum. 

Kulağa hitap eden eserler ile ruha şiirler döktüren eserler olarak ikiye ayırdığım müzik zevkimi Lin Pesto ile taçlandırıyorum. Saykodelik tınıların bulunduğu hissiyatını yaratan nadir insanlardan biri olduğuna inanıyorum. 

Sizde müziksiz güne başlamaktan nefret ediyorum diyenlerdenseniz diğer parçalarına da bakmanızı öneririm. İnsanın içinde farklı hissiyatlar uyandırıyor gerçekten de. 

Bir hikayenin oluşum aşaması benim için ruha işleyen müziğin arkada çalarken yarattığı akış ile başlıyor. Görsel ve duysal hafıza aynı anda çalışırken, anılar bir yumak halinde kelimelere dökülmeye başlıyor.

Çokça hüznü barındıran yazılarımın içinde, küçükte olsa umutlarla mutluluğu yakalayabilmenizi istediğim güzel hafta sonları diliyorum şimdiden. 
Hayata devam edebilmemizin en büyük dayanağı yazmaktan geçer. Tamam kabul ediyorum, çoğumuz mükemmel bir Sait Faik yahut Kafka saklamıyoruz içimizde. Ancak duygularımızdan kaçarken, korkularımıza sığınıp eriyoruz.

Her şeyden önce unuttuğumuz kocaman bir gerçek var ortada o da "Kendimiz". Biz kimiz, kimin gölgesi altında saklanıyoruz. Neden kendimize bunu yapıyoruz? Kitaplardan neden kaçıyoruz, kitaplara neden sığınıyoruz ? 

Yorgunluğumuz neden mesela? Oradan oraya taşıdığımız dosyalar ya da peşinden koştuğumuz işler yüzünden değil ! Bunları yaparken hayatımızı zorlaştıran insanlara olan bağlılığımız yüzünden, yorgunluğumuz. 

Orhan Veli bile demiş "Geç bunları anam babam... Bilirim ben yaptığımı."

Gerçekten neler yaptığımızı bilerek mi yapıyoruz. 

Ruhumuzu derin karanlıkta kalan gölgeler huzurunda, denize akıtıp yolumuza devam etmeye çalışıyoruz. Oysa kafamızı kaldırsak, sonsuz mavilikte bir gökyüzü de bizi bekliyor. Kendimizi derinlere gömmekten başka yaptığımız bir gerçek yok. 

 Uçsuz bucaksız bir denizin ortasında, su alan kayığımız ve tek kalan küreğimizle boğulmadan ölmemeye çabalıyoruz. Yardım bekliyoruz. En büyük yardımın içimizdeki var olan güçte saklı olduğunu göremiyoruz.


Mutlu sonla biten masallara ve filmlere güvenme, sadece yok olan ruhumuzun hızlı bir şekilde parçalanmasına neden oluyor hepsi. Tek gerçek kendi hayatın unutma !

Yazmaktan ve okumaktan asla vazgeçme, büyük adam olmak okulunu layıkıyla bitirmeye benzemez. Önce ruhun büyüyecek, acılar büyütecek ve bedenine akacak. Önce aşık olacaksın, sonra iyileşeceksin. İlaçta sensin, zehirde...

Çıkar şimdi tüm kırgınlıklarını, mutluluklarını yaz bak gör o zaman asla kin tutmadan nefret etmeden büyüyeceksin ve kendine daha çok inanacaksın...
BİZLER SUSUYORDUK

Bilmek acı çekmektir. Ve bildik;
Karanlıktan çıkıp gelen her haber
Gereken acıyı verdi bize:
Gerçeklere dönüştü bu dedikodu,
Karanlık kapıyı tuttu aydınlık,
Değişime uğradı acılar.
Gerçek bu ölümde yaşam oldu.
Ağırdı sessizliğin çuvalı.

Kana bulanmaktı bunu kaldırmak demek:
öyle çok sayıdaydı geçmişin taşları.

Gene de gün yiğit oldu:
karanlığı deşti altın bir bıçakla,
ve tartışma girdi içeri, bir tekerlek gibi
yuvarlandı onarılan aydınlığın üstünde
ta ülkenin kutbuna değin.

Taç yerine giydi başaklar
güneşin görünür büyüklüğünü, yılmazlığını:
yeniden yanıtladı arkadaş
arkadaşın sorusunu.
Bu öyle sertçesine ortadan kalkan yol
yeniden yol oldu gerçeğe. 

Pablo Neruda 



Ve bilgi cehaleti sertçe tokatlarken, bilmek eylemi acı vermeye devam etti. Bilenler bilmeye devam etti daha da gelişti dünyaları, yazıları ve hayatları. Çokça acı saklıydı perdenin arkasında. Kırıntıların hepsi itelenmişti bir köşeye. "Ağırdı sessizliğin çuvalı" öğrendikçe soyutlanmıştı insanlardan, yalnızlaşmaktı bu. Her fani anlayazmadı onu, evrenin işleyişine kapılıp gitmek vardı ucunda. Yalnızlaşmaktan korkardı insanlar ve cehaletin yolunda mutlu olmanın peşinden giderlerdi. Asıl mutluluğu kendi içlerinde aramalarını gerektiğini unuturlar. Bunları kavgalar, savaşlar ve büyük kayıplar izlerdi. 

Kısacası bilmek acı çekmekti ve Neruda bilmişti.
BEKLE BENİ
Bekle beni, döneceğim
Bütün direncinle bekle beni.
Bekle hüzün yağmurları
Gökyüzünü kaplayınca,
Kara kış üşütürken bekle,
Sarı sıcaklar yakarken bekle.
Kimseler beklemezken bekle beni,

Unut anılarla yüklü bir geçmişi
Ne bir mektup ne bir haber
Gelmesin ne çıkar, bekle beni
Bekle beni döneceğim
Bekle, yalnızca sen bekle beni.
Bekle beni döneceğim, bırak
Beklemekten usanmış dostlarım
Oğlum, anam, yoldaşlarım
Öldüğümü sansınlar benim
Umudu kesip bir ateşin başında
Beni yâd edip içsinler ama sen
İçme sakın yürek acısı o şaraptan
İnançla, sabırla bekle beni.

Bekle beni, döneceğim
Tüm ölümlere inat bekle.
Çünkü o büyük bekleyişin
Düşman ateşinden kurtaracak beni.
Bekle kızgın sıcaklar içinde,
Karlar savrulurken bekle beni,
Yalnızca seninle ben, ikimiz
Ölümsüz olduğumuzu bileceğiz;
O sırrı, o hiç kimsenin bilmediği.
Kimseler beklemezken
Beni beklediğini.

Konstantin Simonov 

Simonov Rus Sovyet yazar, 28 Kasım 1915 senesinde dünyaya geldi.


Simonov, cephe cephe çarpıştığı savaş yılları boyunca "Bekle Beni" diyerek haykırışlarda bulunduğu Valentina'sını serin bir Moskova sabahında bir daha asla geri dönmemek üzere terk etmişti. 
"Tüm ölümlere inat bekle" diye karalanan satırlar, Valetina'nın cenazesine bile katılmaması ile noktalanmıştı. 
Burası Dünya denilen bir gezegendi ve içerisinde milyonlarca insanın yaşadığı bir çöplük olmaya her yıl bıkmadan usanmadan devam ediyordu. İnsanlar değişiyordu ve eskiden hayranlıkla bizleri beklemesini umduğumuz varlıklar canavara dönüşmeye başlıyordu. Çoğu acı çekiyordu terk edilişlerin ardından, sayfalar dolmaya devam ediyordu. 

"Sağ kalışımın sırrını yalnız senle ben bileceğiz, bütün sır senin beklemeyi bilmende" diye yazmıştı.
Simonov sevmekten asla vazgeçmemişti. İlişkilerin yarattığı çatlaklardan kaçarken, ölüm ile gelen ebedi ayrılığı yine ölüm ile birleştirmişti

Cümlelerin hissi geldiğinde yerim de dar gelmeye başlamıştı. Önümde 56 sayfalık bir kitap vardı. Uykusuzluk yeniden baş gösterdi.

Kafamı nereye çevirsem huzursuzluk.

Gidebilmek büyük bir cesaretti ancak kocaman  bir düğüm bağlamıştı bedenimi.

Yanlış anlaşılmaktı hayatta başıma gelmesinden en çok korktuğum. Nedense peşimi de asla bırakmamıştı. İnanmak istememekti, yalnızlaşmak da ayıp değildi. İhtiyaç. Gereklilik. En acısı da gereklilik demekti.

Bu sabah 6'da kalktım, zaten 4'te uyudum. Önce "Ben ne yapıyorum?" dedim. "NE YAPIYORDUM?" çalışmaktan korktuğum halde, dört yıldır okul bitirmeye çabalıyordum. Ben başka yollarda güneşin doğuşunu izlemek, başka sahillerde ayın batışını izlemek istemiştim.

Gidebilmek büyük bir cesaretti ancak kocaman bir çapa bağlanmıştı ayağıma.

Şu hayatta öğrendiğim en can alıcı şeydi; Kimseyi ahlaki değerlerinden vurmamak. Benim ise tabanca şakaklarıma dayanmıştı, tetiğe basıldığı an kurşun ağırlığını kaybetti ve görünmezliğe teslim etti kendini. Beynimin içini oymaya başlamıştı oysa. Ve tam da şu an insanları düşünmek bile kanımı dondurmaya yetmişti.

Yarın uyandığımda odamın asla değişmemiş olacağının yeniden farkına varmıştım.

Çaresizlik, unutamadığın yorgunluk ve boş sayfalara karalanan heceler. Zaman demiştim kendime, hep zaman.
"Mutsuz eden kimseler mutlu olamazmış uzun bir dönem, evrenin işleyişine inanmaktan geçermiş hayat. Size yazılan, atılan hiç bir şarkı da sizin olmazmış. Sadece size kadarmış bazı şeyler"


Soluk soluğaydım, epeyce yaklaşmıştım ancak ulaşamıyordum. Köprünün üstünde, karaltının içinden nehre doğru uzanan ışık süzmesi ve ardında 2 metrelik gölge...

Aşağı önce bir kaç parça kağıt düştü. Bir yerden başlamalıydım, karanlık derinleşmeye devam ederken. Zaten düşmüş olduğum çukurun içinde debelenmeye başlamıştım. Yalnızlaşmak değildi bu, kocaman bir hayal kırıklığı.

Kimsenin olamazdım, kimseye yardım edemezdim. Geri dönüşü büyük bir hüsran olan yolun başlangıcına varamazdım. Arkama ne zaman baksam kimseleri göremezdim. Kimseler, kimseler; şimdi neredeler ?

Arkadaşım dememeliydim. Herkes bir gün terk ediyordu ve ben bunu 19 yaşımdayken öğrenmiştim. En kötü terk edilişin ise belirsizlikler içinde olan sanrılardan ibaret olduğunu biliyordum.

Sustum. Dinledim. Ağladım.

Bir zamanlar umursanıyordum, şimdi ise en yalnız olduğum zamandan bile daha acı bir haykırışla reddediliyordu ruhum.  Kitapların sayfalarında kaybolmak istiyordum ancak hala köprünün üstünde gökyüzünü izliyordum. Önce kollarım düştü bedenimden habersizce iki yana, sonra düşüncelerden ağırlaşan başım. Neden sevilmediğimi bilmiyordum. Sorsalar ölümsüzlere, "o iyi bir kız, size ne kötülük etti böylesine terk edeceğiniz kadar" diye patlatırlardı yumruğu diyordum.

Sustum. Dinledim. Ağladım.

İçimde hiç dinmek bilmeyen bir nehir çağlamakta. Ben yüzümü dönüyordum, döndüklerim benden yine bana dönmüyordu. Rüzgarın fısıltısı arasında, salıncağın yağlanmayan zincirleri gıcırdıyordu. Ruhum yeniden can çekişiyordu. Belli etmedim.

Sustum. Dinledim. Ağladım.

Arkadaşlarım terk etti, ben asla edemedim.



Mila İle Kayra

Mila;

Gördüğüm onun gözleri miydi? Yoksa bir şeytan ile baş başa mı kalmıştım, kendime sormadan edemiyordum. Son nefesimi vermek üzereydim ve ne olursa olsun beni sevmemiş olacağını asla düşünmemiştim. Aşık olduğum o derin, okyanus bakışlı gözlere son bir kez daha baktım.

Bedenimin zayıflamaya başladığını anlamıştım, ona karşı direnemiyordum. Duvardaki yansımamıza takıldı gözüm, tırnaklarımı kollarına geçirmiştim. Hızlı bir ölüm olması için yalvarıyordum.

İşte o anda, yıllar sonra gözlerinden akan tek bir damla ile ruhuma karışmayı yeniden başarmıştı.Zihnimden dökülen bu cümleler yeni bir aşkın başlangıcı değil, aksine kocaman bir hayatın son buluşu olacaktı. Ben de bu tablonun tasvirine uyarak gözlerimi son bir teşekkür ile kapattım.

-Şimdi değil Mila. Diye bağırıyordu Kayra, odanın diğer köşesinden. Başını dizlerinin arasına koymuş boş ve acımasız gözlerle beni izliyordu.

-Neden böyle olmak zorundaydı ki?

-Nedenlerini bana sorma, hissedemiyorum. Hayat benim için büyük bir boşluk ve seninle işim bitti. Peşimde bir kuyruk gibi dolanmana izin veremem. Toprak istediğini geri aldı ve seni de ardından gönderiyorum.

-Neyin ardından gönderiyorsun. Dedim ancak sesim boğuk çıkmaya başlamıştı ve nefes almakta oldukça zorlanıyordum.

-Hala anlamıyorsun değil mi? Çünkü siz, sizler benim gibi düşünemezsiniz. Hatta hissedemezsiniz. Seni asla sevmedim bana öyle bakıyor olman içimde hiçbir şeyi değiştirmeyecek.

Zihnime şimşek gibi çakan kelimeler ağzından birer birer dökülüyordu. “hiçbir şeyi değiştirmeyecek.” Değiştirmek istediğim bir durum yoktu ortada, kalbim hala atıyordu ve ben buna katlanamaz hale gelmeye başlamıştım.

-Yap o zaman, artık buna bir son ver. Bir son verelim. Sensiz yaşayamam zırvalıklarını saymayacağım karşında. Zaten senin içinde bir şeyler ifade etmeyecek. Ben kör kalan kalbimle, sen ise öldürdüğün bedenlerin ruhlarıyla savaşmaya devam edeceksin. Hepsi bu.

-Ben savaşmıyorum, umurumda bile değil kime ne olduğu. Benim kim olduğumu, neden burada olduğumu anlayabileceğini zannetmiyorum.

Ailemden bahsettiğini anlayabiliyordum, yere çöktüm ve elim ile yüzümü kapattım. Her şeyin uyandığımda geçeceğini bildiğim bir kabus olmasını diledim

...