Vagonun penceresinden dışarı baktı. Yıldızlı gecenin karanlığı kendini lacivertle sunmayı tercih etmişti. Elinde kalın bir kitap, sayfaları sararmış ve sırtı yıllardır elden ele dolaştığına tanık olacak kadar yıpranmıştı.

Ölümü çağıran bir sessizlik vardı. Gittiği yer, olmak istediği yer miydi? Emin olamıyordu. Sonunun orada yazılacağını bile bile katlanıyordu bu yolculuğa.

Sessizlikte canı fazlasıyla sıkılmıştı ve yanında oturan kadın en derin uykusunda belki de en güzel rüyalarının tam ortasındaydı. Uyuduğunu gördüğü ilk andan beri özenerek izliyordu rüyalarını kadının.

"Yüzün küçücük kalmış, teninin rengi bembeyaz"  demişti babası sabah yola çıkmadan hemen önce.

Oysa ki her zaman olduğundan daha çok yemek yiyordu. İhtiyacı olan tek şey gitmekti, önce şehirden sonra da insanların zihinlerinden. Birer birer silmek istiyordu var olan benliğini kirli sokaklardan.

Derin horultusuna uyanan kadına aldırış etmeden koltuğundan kalktı, tuvaletin olduğu vagona ilerleyebilmek için.

"Önce anıları silmelisin, arkada kalanları daha fazla düşünme" dedi aynada kendisine bakarken. Kırık lavabonun dibinden akan suların yolunu peçetelerle kapattı. Ellerini buz gibi akan suyun altına soktu ve yüzüne çarptı hepsini.

"Artık baş başayız, başka kimse yok. Kendine gel!"

Boş bıraktığı koltuğuna dönerken birbirine sarılmış uyuyan çifte takıldı gözleri, umursamamaya çalıştı. Yoksa anıları peşini asla bırakmayacaktı. Sararmış yaprakların arasında duran kartviziti çıkardı. Uykusunu getirmeyeceğini bilse de en baştan okumaya başladı kitabını. Bir saat sonra gözleri ağırlaşmaya başlayınca olduğu yerde çantasını kucağına alarak uyumaya çalıştı.

"Hanımefendi geldik!" diyerek sarsıldı. "Aaa uyuyakalmışım, hazırlanıyorum çok teşekkür ederim" dedi kadına. Başının üstünde asılı duran montunu sırtına geçirdi, çantasını kontrol etti ve trenden indi.

Güneş bulutların arkasından selamlıyordu onu. Hava fazlasıyla soğuktu, derin bir nefes aldı. Denizin ağırlaşmış olan tuzunu ciğerlerinden hissedebiliyordu. Çantasını karıştırdı, çizdiği rotada ilerlemek zorundaydı. Bu kaçışın bir kayboluş olmasını istemiyordu. Midesinin tüm bedenini sarsarcasına guruldadığını hissetti.

"Önce seni memnun etmeliyim değil mi ? Aklım sen yerinde dur, sıra sana da gelecek" diyerek kahvaltı edebileceği bir yerler aramaya başladı.

Terminalden çıkınca, bir dakika boyunca karşısında bulunan manzarasının tadını çıkarttı. Burası güneyde bulunan küçük bir sahil kasabasıydı, sadece 16 bin kadar insan yaşıyordu. Yolculuğa çıkmadan önce Plou ile ilgili her türlü bilgiyi okumuştu. Sonunu çağıran yerin bu kadar güzel olması içini ürpertmişti. Sahile doğru inen kıvrımlı yolun kenarında ancak 5 ya da 6 tane kocaman bahçeleri olan iki katlı evler bulunuyordu. Merkezin sahile yürüme mesafesinde olduğunu biliyordu. Sırtındaki kocaman çanta ile yürümeli miydi emin olamıyordu. Etrafta yemek yiyebileceği hiç bir yer gözükmüyordu. Kışın ortasında, dalgalar kayalıklara en sert ifadeleriyle yumruk atarken yine de destansılığından uzaklaşamıyordu.

Etrafta inen 2-3 yolcudan başka kimse yoktu. Hem kasabaya hem de insanlara çok yabancıydı. El mahkum yürümekten başka çaresi kalmamıştı. Çantasının kemerini beline taktı, montunu sıkıcı kapattı ve yoldan aşağıya yavaş adımlarla yürümeye koyuldu. Yağmur çoktan çiselemeye başlamıştı, şapkasının iplerini sıkılaştırdı. Yürürken manzaranın tadını çıkarabildiğine şükrediyordu. Kafasında ne varsa tek bir hamlede sildi o anda.

"Şimdi hayatımın son anlarını, bembeyaz bir sayfaya çizmeye hazırım" dedi. Yolun yarısını bitirmişti bile...



"Mutualizm, farklı türlerden iki canlının karşılıklı yardımlaşarak her iki tarafa da yarar sağlamasına dayalı olan bir ortak yaşam biçimidir."

diye açıklanır. Ancak insan türünde mutualist formda görülen karşı tarafı, yarardan çok zarara sokan türlerde mevcuttur. Kadın ya da erkek olmasının hiç bir öneminin kalmadığı o ince çizgidir. 

Hikayenin oluşum aşamasında bir kişi vardır ve diğerinin sırtından geçinmeye çalışır. İster duygularını sömürür bir tüccar kılığında, ister hayatının en güzel dakikalarını çalar dost ayağına. Karnı doyduğu anda uzaklaşmaya başlar tek bir kelam bile etmeden. O saatten sonra kemirilen beden kalıntısından geriye sadece yarım bir ruh kalır. 

Acıyı, boğazını kesen bir soluk kadar net hisseder. Korkusu yalnız kalmak değildir, sadece yanlış müsveddeleri karalamış olmanın yanılgısına düşmektir. 

 Bir sokak boyunca yeni yıkanmış, ıslak çamaşırların asıldığı gerim gerim gerilen ipler gibi ağırlaşmaya başlar bedeni. Kurtulmanın tek yolu Hasibe teyzenin çamaşırları üzerinden toplamasını beklemek olur. Bazense bir rüzgar eser ve mandalın bile ipe tutunamadığı o anda savrulup gider tüm pişmanlıklar. 




Kısacası Dostoyevski'nin de dediği gibi;

"Böylesine güzel bir gökyüzünün altında, bu kadar kötü insan nasıl yaşayabiliyordu."




"Kendime yaptığım büyük haksızlıktı, nasıl olsa birazdan geçer diye içimdekileri yutmaya devam edemezdim" dedi karşı masasında duran kadehlere. Kafasını bir kez kaldırsa, duman altında kalmış odanın hiçliğine kapılmaktan dönecekti.

Geç anlamıştı, çok geç kalmıştı içinde bulunduğu durumu zihnine yerleştirmekte. Perdeleri sık aralıklarla kapanmış odada televizyonun ışığı karşısında, elinde külü yere düşmekte olan bir sigara ile baş başaydı. Hayali bir eldi saçlarının arasından geçen, göğüsündeki sıkışmaya engel olamıyordu.

Işıkları açın diye bağırdı. Camın önüne boylu boyunca uzanmış iki kişi vardı, biri kafasını kaldırıp kan çanağına dönmüş gözleriyle "kes sesini!" diye inledi. İçindeki karanlığa perde açamamış bir kadının, ışığı açmak istemesi olağan dışıydı herkes için.


Koltuğa kıvrılmış kalmış tek beden onunkisiydi. Elindeki sigarayı kül tablasına koymak için eğildi. Mutfak kapının odaya açılan eşiğin duran adam "Ne zaman bitiriyoruz bunları" diye sordu. "Aklım almıyor, katlanamıyorum artık gitmeye" dedi.

"Seni çok iyi anlıyorum, bitir artık." dedi

odaya dumanlar saçıla saçıla girmeye devam ederken. Şu güne gelmişti, yolunu kesecek bir diken parçası bile kalmamıştı ruhunda. Neden hala bu kanepede oturuyordu "aklı almıyordu"

Çok geç anladığını, iki saatlik kısa uykusunda yaşamıştı. Engebeli yollar ardında onu bekleyen ve derinliğinde boğulmayacağı sulara açılmak istiyordu. Gözlerini açtığında daha derin nefes alabildiğini hissediyordu. "Neden geçeceğini umarak bekledim, kağıt kalem getirin bana" diye seslendi. Mutfak kapının eşiğinden ayrılmamış olan adam iki adım geri çekilerek karanlığın içinde kayboldu. Döndüğünde elinde bir tomar bulmaca sayfası tutuyordu. "Başla hadi, kalk şu kanepeden" dedi.

Kalemin her oynayışında yepyeni kelimeler dökülüyordu tozlu yapraklara. Bir tomarın hepsini simsiyah olana kadar karalamış, aklına ne gelirse yazmıştı. Sonra ayağa kalktı "Ben eve gidiyorum" dedi. Saat daha sabahın 4'üydü, kendini sokağa attı. Karanlığın içinde sakin adımlarla bir sağa bir sola savrularak yürümeye başladı.

Gün ağarana kadar sahile doğru yürüdü. Son bir sigara sardı cebinde kalan yarım tütünüyle. Kuşların hazin çırpınışları ardında kayaların üzerine tırmanıp sigarasını yaktı derin maviliğin sessizliğine karşı.

"Çok geç anlamışım, sevgisizliğe bir son vermeyişimi."